31 Aralık 2008 Çarşamba

çakmak

Karşımda öylece durup bekliyorsun. Seni görüyorum her şeyinle.. sende benim gibi yanmaya yaralanmaya hazırsın hala.. onca umutsuzluğun içinde tutunacak bir dal bulmuşsun kendine.. o ufacık dünyada yaşama alanının dışına birazcık da olsa çıkabilmek ve seni senden uzaklaştırabilecek yeni acılar bulabilmek adına bakıyorsun bana ve işte duruyorsun karşımda.. ve ben seni tüm çıplaklığınla seyrediyorum.. tüm kıvrımlarını öğreniyorum, dokunuyorum, kokluyorum seni.. sen belki de daha cesursun benden. Ben korkakça sevmeye çalışıyorum seni.. sanki kaçıp gitmek daha kolay olacak o zaman.. en azından cesur değildi demeni istiyorum belki de.. bunu duymak içimi rahatlatabilir,acımız azalır ve belki daha az yanarız.. bilmiyorum.. ne zaman geldin bana hatırlamıyorum.. ben sana ne zaman geldim...neresi başlangıç neresi bitiş bilemiyorum.. sanki dön dolaş aynı yerdeyiz.. o kendimizi unuttuğumuz yerdeyiz.. bir kadın vücudu gibi sevgimiz.. yaşattığı tutkuyla aşık eden bir kadının vücudu gibi.. hor görülmüş,incitilmiş ama asla güzelliğini kaybetmemiş bir kadının asla kutsanmayacak bedeninin birer yansımasıyız sanki.. kadının içinde yüzen yeni nesiller gibi, sıcak,kaygan ve derin bir sevgiyle bağlanıyoruz farkında olmadan.. tüm sözcükler aynı anlama çıkmak istiyor.. hissetmek istediğin seninkinden başka bir ten.. kurduğumuz hayallerle ve o büyüttüğümüz sahip olma duygusuyla, ilk kez seviyor ve ilk kez dokunuyormuşsun gibi gelecek.. zamanla cebinde taşıdığın bir çakmak gibi, ihtiyacın oldukça çıkarıp dokunacaksın yakmak için bir şeyleri... ya kendini yakacaksın ya beni...

(turuncu çakmak- glory box)

iyi uykular

Yine başbaşayız seninle.. kaç kez dönüp dolaşıp sana çıkacak yolum.. yıkılmış bir imparatorluğun bahçe kapısında , sağlam kalmış bir çiçekle kendi mezarıma doğru yöneldim.. ne zaman gömülmüşüm bu topraklara bilmiyorum, ağlayanım olmamış arkamdan, toprağım kupkuru, mezarıma kendi çiçeğimi koyacağım birazdan.. evet işte koydum.. hadi köksal derinlerime, tek hatıram sen kaldın.. günbatımına doğru, yüksek bir kalenin tepesinde gibiyim, gökyüzündeki o huzur veren renkler, martılar ve çığlıkları.. denizin yosun kokusu çekebildiğim kadar çekiyorum ciğerlerime.. en ıslak hatıralardaki gibi, küfürbaz biraz, biraz da ayyaş sallanıyorum ayakta.. düşmeden çömeleyim bir taşın üzerine..az kaldı gün batacak artık.. renkler kaybolacak.. heybetli, asil bir sevdaydın içimde sen.. yarın tanrı, yarı insan yürüyüşün, duruşun, konuşman… tanrılar yalan söylemezlerdi oysa. İnsan yanın eksikti demek senin..
Şimdi dağın tepesinde, karşımdaki inanılmaz manzaraya gözlerimi dikmiş, ağlamamak için kendimi tutuyorum.. gırtlağım da ağrımaya başladı. Ama ne konuşarak, ne de ağlayarak bu mükemmelliği bozamam. Ne de olsa ölüyoruz seninle.. eğer bulabilirsem bir çiçek de senin mezarın için koparacağım.. kuru kalmasın toprakların, birkaç damla akıtacağım senin için söz…. Bana küfredercesine yüzüme rüzgar çarpıyor, beni yıkmak yaralamak istercesine esiyor durmadan.. üşüyemiyorum bile.. buz kesmişim zaten çoktan.. ısınmak için senin daha çok kalbe, daha çok aşka ihtiyacın var.. ısınamazsın , başaramazsın.. daha çok sarıl, hadi sarıl.. biliyorsun hepsine tarif edeceğim mezarımızın yerini.. gelip görecekler, bu imparatorluğun altında ezilen iki yalnız bedeni.. mutlu olacaksın.. yalnızlığının ardına saklanıp,ezdir hadi kendini, sarılamazsın yoksa başkalarına.. acıt beni ve kendini… beş para etmez aşklar uğruna neyimiz var neyimiz yok satmışız zaten.. bastıramadığımız katil taraflarımız için hükmetmişiz insanlara yalanlarla da olsa.. hayatın görünmeyen kısımlarıyla uğraşmışız, görünen kısımlarını fark edemeyecek kadar körleşmişiz zamanla.. iki zıtlığın içinde çözüm aramaktan yorulup usandığımızda da işte her hayat gibi bitmişiz sonunda.. bitmişiz …bir nankör kedinin tırmığında saklıymış bütün her şey, son anda fark etmiş olsam da çekememişim senden elimi.. tırmalanmış, kullanılmış, terkedilmişim işte.. mecrubi istimatlere giden ağır yüklü kamyonlar gibi, kaç kez katetmişiz bu uzun yolları.. yükümüz içimizde durmaksızın yol almışız .. kime .. nereye… hadi gün battı.. herkes kendi mezarına.. iyi uykular bitanem sana..

Günahım ol, gir kanıma
Gel uçurumlardan it beni
Suskun dudaklarının tadıyla
Yeni bir ayrılığın şerefine
İçelim seninle..
Titreyen ellerinle
Kaldır kadehini
Yalnızlığa...
Sarhoşken ölelim
Biraz cesaretin varsa....

2008 biterken




yeni yılın son günü..


kendi kendime bir hediye verdim bugün.


o hediye, ortaokul zamanlarımdan beri dinlemekten usanmadığım, bana müziği sevdiren grubun son albümünden bir parçaydı.


GUNS N ROSES- if the world


evet kendime verdiğim en güzel hediyeydi bu...

kendimi sevme bahanem oldu..

dinliyorum..

neden sevdiğimi sorsalar bir sebep yok gerçekten.

tanıdık mı geldi içinde birşeyler bilmiyorum..

bana ait bir şarkı yok hayatta, bana yazılmış, beni için sadece benim için..

oysa ben kimlere neler yazmadım ki, söylemedim ki...

bu da biten tüm yılların pişmanlığı olsun..

keşkeleri olsun..

neyseleri olsun...

teşekkürler Axl,

benim için söylemediğin ama

bir şekilde beni mutlu etmeyi başardığın için..

yeni yılım kutlu olsun..




29 Aralık 2008 Pazartesi

susmak vaktidir..

ve şimdi biraz da susuyorum...

ay aynamdır

Bu yazıyı, yazandan başkası anlamayacaktır, hatta yazılan da…

Yanından ayrıldıktan sonra içtiğim, dünyanın en berbat ve en ekşi ayranı olabilecek ayranın kutusunun içine atılmış bir sigara.. önce bir ses, ateşle suyun buluşma sesi… ve söndü.. biraz duman… o kadar mükemmel bir uyumsuzluk ki anlatılamaz… çalkaladım.. iyice söndüğünden eminim artık… asla içilemeyecek bir halde çöp kutusuna attım.. kurtuldum bu sigaradan da.. her şey yolunda gibi.. sana “kendimi kapının önündeki terlikler gibi hissediyorum, yapayalnızım” dediğimde, bana “ demek ki yalnız değilsin,çünkü ben de o yanında duran terliklerim, bende kendimi öyle hissediyorum” dedin.. iki kişilik yalnızlık değil, birer kişilik, tekil yalnızlıkların kapı önünde buluşması bu… neden içeri giremedik…
Yüzümdeki küçük volkanik patlamalar.. aknelerimi de sevmeye başladım galiba.. kucağımda hala ana kuzusu küçük aslan.. ne kadar can acıtabileceğinden habersiz, patileriyle severcesine tırmalıyor. Ve sonra…
Gün doğuyor…
Güneş yüzünü bir kere daha gösterdi…
Fırçalanan dişlerin nane kokusuyla başlıyor gün.. aknelerim yüzümde…
Hala soğan ve çamaşır suyu kokan elleriyle, arapsabunu krallığının kraliçesi ,yanımdan geçen bir teyze…
Hayat bazen acımasız olabilse de güçlü olan kazanıyor diyorum….
Bir cinayetten geriye kalan, tek damla kan..
Bu kadar kansız nasıl hallettin diye sormak isterdim….
İyi iş çıkartmışsın! Ben bile bu kadarını yapamazdım…
E o zaman nasıl oldu bu?
Zehirledin mi?
Hayır…
Bir sopayla kafasına mı vurdun?
Hayır…
O zaman potasyum enjekte etmiş olmalısın?
Hayır..
Belki de sadece terk ettin…
Yada ölmedi, sadece baygın….
Aşırı dozaj dedikleri olsa gerek…
Aşırı dojaz yalnızlık…
Ne kadar asilleşirse içimde duygular, o kadar acımasızlaşıyor biliyorum.
“Aşırı doz aşktan ölsem olmaz, yaşasam da kimse umursamaz..” diyorum
tıpkı Aydilge’ nin de dediği gibi..
“Ay aynamdır”..
Kraterler akneli suratım gibi…
“Yansıtır.. seni yansıtır…”

vapur

Daha ne kadar nefesini tutabilirsin???
Birazdan başın dönecek, ve hala nefes almamaya direnirsen, o ufacık küvet sana okyanus olacak, sahilden denize düşen bir dal gibi sallandığını hissederek kaybolacaksın…
Ve bir anda, dayanılmaz bir arzuyla derin bir nefes alacaksın.. bu elinde değil.. tüm ciğerlerine dolacak su..
Hadi nefes al…

Santimlerce üzerinden seyrederken bedenimi ruhum, ben suyun içinde, çıplak olmanın, ıslak olmanın, üşümenin ve burnumdan küçük kabarcıklar halinde çıkan havanın ne demek olduğunu biliyorum…

Bazı gecelerin, hani o, duvarı delerek çıkan bir elin, korku filmlerindeki gibi, boğazını sıkarak, nefessiz kalmaya değmeyecek kuruluğun içinde, senle oynaması olur ya.. dalga geçer seninle gece… kafa bulur.. çocukken gördüğüm kabuslar gibi, ben terledikçe, üstüme üstüme gelen örtüler… küçülen bedenler, büyüyen kafalar..

Günün en manalı saati, bugün hangi kimliğe bürünmeliyim, çocuksu mu giyinmeliyim yoksa bir kadın gibi mi… doğal mı olmalı makyajım, yoksa çekici mi… bir serseri gibi mi yürümeliyim yoksa bir hanımefendi gibi mi… ne kadar saçma…
Bende olmayan, olamayan, oldurtamadığım şeyler…
İzimi bırakıyorum dört bir köşesine şehrin… tüm sokaklarında ayak izimle…
Ama sorsalar hüzünlüyüm biraz sadece, tam olarak üzgün de değil…

Sana doğru yürürken, senin evine, senin odana… hiçbir telaş yok içimde.. hızlanmış adımlarım seni yanıltmasın sakın… başını işinden kaldırıp da kendin olduğun o bir tek anı kaçırmak istemesem de, kaderci görünmek istiyorum bugün biraz… napalım geç kaldım demek istiyorum… ben sana geç kalamam biliyorsun…
Sürekli tekrar eden, batan, savrulan vapurlar görüyorum rüyalarımda.. Sarayburnu açıklarında batan bir vapurdu bir keresinde bu… yardımseverliğimden eser yoktu bende, sadece kendimi kurtarmak için kıyıya kadar yüzmüştüm.. vapurda önce, yere düşen çay bardaklarının sesi duyuldu… denizin sesinden bile önce…

Peşime takılan arsız öfkem, paçamı bir türlü bırakmayan şımarık çocukluğum, sürekli burnunu çeken ağlamaklı yalnızlığım ve büsbütün ayyaş sevgimle senden uzaklaşmak için yeminler ediyordum içimden … istemek ve beklemek arasındaki farkın tanımını anlatmaya çalışıyordum sana.. ne istiyordum ve ne olması beklenendi.. beni iyi tanıyordun belki de..
Benim istediğim, senin de beklediğindi..

Vapura binmek… denize dökülen kanalizasyon atıklarıyla karışık yosun kokusu… tüm şehrin tuvaleti, soluk renkli bir deniz… deniz anaları diye arkadaş da edinmiş kendisine.. bu pislikte kim bu kutsal maviliğe annelik yapardı ki başka zaten…
Deniz anaları…

Üst katın en arka sağ köşesi.. benim yerim orası… iskeleden vapura binerken düşman düşüncelerimi de denize dökerek bindim.. senden uzaklaşmaya bir deniz mili bile uzak olmasam da… ve şimdiden sesini özledim… ahhh şu teknoloji de olmasa…

Vapurlar olmasa…

buldun beni- hoşgeldin

Ayak seslerin gökyüzüne uzanan bir yolda gittikçe büyüyor..
ve sen bana geliyorsun.. hayatını vermeye hazır…
rüyanın ortasındaki o sert esinti.. tüm kartların açık olduğu, yanımızdakilerin bile bizi
dinlemeye engel olamadığı, büyük sorgulamalar ve küçük şakalaşmalarla dolu geçen onca saat.. daha biri bitmeden diğeri söylenen çaylar.. bardaklarca.. çayın radyasyon mağduru ama eşsiz tadı…
İnançlardan bahsettik, inanmaktan korktuklarımızdan, kabuslarımızdan ve hayallerimizden..
Konuşan dudakların, konuşan gözlerin…
Dilenmiyorduk sevgiyi, sunuyorduk…
Çocukken kaybettiğimde çok ağladığım oyuncağımı bulup da ona sımsıkı sarılmak gibiydi sana sarılmak …
Oyun arkadaşımdın… bu saklambaçta..
Ruhunu sevgiyle şeffaflaştıracak bir bedendin karşımda.. çayın tadı senin tadında bambaşkaydı..
Kaybedenlerin buluşma yerinde, bir bekleme salonunda farklı köşelerde tedirgin otururken, doktorun bizi odasına çağırmasını beklemeden karşılaşıp kaçan iki deli gibiydik… yada hapishane kaçkınları… hiçbir bir firar böylesine çoşkulu olmamıştı..
Annesinin memesini huzurla emen bir kedinin tüm yaramazlığını ve sıcaklığını barındırıyordun sen.. hem vahşi hem evcil…
Ve sen kedi…
Sonunda…
Tam da bulmanı istediğim yerde
buldun beni…
hoş geldin…

bul beni- hadi gel..

Halının üzerindeki yer minderlerinde uzanan iki beden.. Kalp atışları bir şarkının iskeletini oluşturan melodi gibi… Parmaklar da istemsiz eşlik ediyor bu şarkıya… Üst üste dinlenen şarkı… Gözümün önünden kayıp giden saniyeler.. Saatin kısır döngüsü.. Kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan bir yılan gibi…Tık tak tık tak….
Zamanın zamansızlığı içinde küçücük bir an. O sınırlı alana sıkışmış huzuru arayan iki insan… Gözünü çevirip de dikkatlice baksan, kalbimden bedenime pompalanan kanı görecekmişsin gibi…Kirli ve temiz kanın sürekli yer değiştirmesine şahit olacaksın.. Tıpkı zaman gibi, saatler gibi, kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan bir yılan gibi…
Birbirimize güzel cümleler kurmak isterken söylediğimiz onca saçmalık.. Hiç birisinin bir anlamı yok.. Asıl söylenmek istenenler değil çünkü…
Yüksek bir kayalıktan evreni izliyormuş gibi hissediyordum o an.. Rüzgarın dudaklarıma kondurduğu öpücüklerden, denizin sonsuz damlalarından birkaçını tadıyorum. En kusursuz şarkıyı dinliyordum.…
Bir üflesen, rüzgarla dağılacak kelimeler.. Harfler… Yap-boz.. Kendin pişir kendin ye gibi geliyor kulağa, önce yap ve sonra boz… Topu başkasına atma çabası bu.. Kararı kendin ver demek gibi..
Şimdi kelimler parmağımın ucunda ip atlıyor.. En güzel olanları saklambaç oynamaya gitmiş..
Ne yazsam, eksik kalacak şimdi...
Ben de saklambaca dahil oluyorum…
İki kişilik bu oyunda senden saklanıyorum…
Hadi bul beni…

yok

Sarhoşluğun kıyısında bir erkek
Öylece duruyor
Üstünde kara duman
Altında laciverte boğulan
Bir hayat taşıyor
Yükü yok, adı yok
Zamanı yok, kimsesiz...


Rüyaların kuytusunda bir kadın
Boyutsuz bekliyor
Hayaller ebruli
Avukatı siyah
Suç yok, suçlusu yok
Yargısı yok, kimsesiz...

28 Aralık 2008 Pazar

poseidon & artemis


kulakları sağır eder mi bir adım
tam yere basarken çatırdayan yaprakların sesi
yere düşen ilk yağmur taneleri
bir hayaletin dostu başka bir hayaletti..

ve öfke içimde kabarırken
gökyüzüne çıkan tanrım
yere düşüp beni avutmaya çalışıyor
boşuna, bitti..

etkisi yok ama
niyetinin sıcaklığı biraz olsun huzur veriyor
şimşekler ve gök gürültüsü
sırtımı sıvazlayan dokunuşlar gibi..

siyah ve beyazın dansında
iyi ve kötü
hiç bu kadar iç içe geçmemişti..

sarnıç ve "aşk"


kutsal nehirlerin damlalarıyla yazılıyor tarihimiz

yeraltı sarnıçlarının yosun tutmuş taşlarına

dokunan parmaklar şimdi özlüyor ellerini

başkaldırmış bir ruhu ne dizginleyebilir aşktan başka söyle?

korkma deniz ve ay anlatır eksik kalanları

biz tanrının eksik tasarımları..


her yeni gelene- ilk gelene

şimdi 2 yaşında bir çocuğum ben... küveti sıcak suyla doldurmuşlar, köpüklerin içinde ellerimi suya vura vura oynuyorum. suratımda salak bir gülümseme, temizlendiğimin farkında bile değilim, yıkanmak değil oyun benim için.. tam o anki mutluluktayım şuan.. tam o anki çocuğum. birden annem bana sarı bir ördek veriyor.. köpüklü sıcak suyun içine atılmış sarı bir ördek.. işte buna tam bir banyo nedir, yıkanmak değil adı oyun..
hoşgelmiş ördeğim...

20 Aralık 2008 Cumartesi

kıvrak, kıvrılarak...


Çölün ortasında kıvrılarak ilerleyen bir yılan
Kum fırtınasının tüm acıtan tokatına rağmen
İlerlemeye devam ediyor..
Siyah bir at, gri-kırmızı pullarla kaplı gibi
Kaybettiği sahibini arıyor…
Bir flüt sesi uzaktan duyulurken
Yılan dans ediyor…
Kıvrak, kıvrılarak…

Su ve rüzgar karışıyor birbirine
Yine çok uzaklarda…
Dağın etekleri,
Beyaz ve güzel bacaklarını saklayan
Bir kadının etekleri gibi
Loş bir salonda dans ederken
Çekici, çekingen savruluyor..
Kıvrak, kıvrılarak..

Koca bir kalemtraşın içine dönüyorum
Saçlarım parçalanıyor, beynim törpüleniyor
Gökyüzünü denize kavuşturan bir hortum gibi
Sivriliyor ruhum biraz daha dönerken
Ve meteor yağmurundayım bugün
Gökyüzümde kayıp gidiyor onca yıldız
Dilek tutulmaksızın gidiyorlar
Ait oldukları yere..
Birisinin kafasına atılan taş gibi
Hırslı ve hızlı yol alıyor..
Kıvrak, kıvrılarak…

Ruhumuz sevişiyor bir süredir
Çırılçıplak ve kan ter içinde
Benliğimin içindesin
Bir ileri, bir geri
Gidip geliyorsun zevkle
Ama korkma
Aceleye gerek yok
Adı aşk olan bu yatakta
Vaktimiz çok..
İki ruh birbirine sokulurken
Sıcak, ısıtarak
İki beden sevişiyor
Kıvrak, kıvrılarak…

soytarı


Düşsemde uçurumlardan ölmüyorum. Paramparçayım… kayalıklara çarpa çarpa kanamış elim kolum.. dizlerim tutmaz olmuş.. sürünüyorum, bir yılan gibi… belki de bir yılanım gerçekten…hayat karşımda öylece duruyor. Bense hayata karşı dizlerimin üzerine çökmüşüm. Kellemi kesip bir kenara fırlatsın diye bekliyorum. Bir top gibi yuvarlarsın beynimdeki düşünceler kafamla beraber.. kime uzatsam elimi, esir pazarındaki esirlerden oluyorum. Parayla değil sevgiyle satın alınmak üzere ayaklarıma ve kollarıma takılan kelepçelerle ağır aksak yürüyorum. Sonra içimdeki tanrılar, köleler, soytarılar ve çocuklar.. beni seven tanrıma aşık oluyor biliyorum. Aşk tanrısına aşık kuklalar.. oynatmak kolay, ipler elimde… beni isteyen kölelerimi istiyor biliyorum.. kölelerim taşıyor en ağır yükleri, kendi mezarımı bile kölelerim kazıyor, kölelerim doyuruyor içlerinde tüm açlıkları.. benle eğlenen soytarılarımı seviyor biliyorum.. güldüren soytarı, aslında gülerken ağlatan soytarı.. makyajı akmış, yüzyıllık elbisesi üstünde, kirlenmiş, dokunulmuş ve aşağılanmış soytarı… bana sarılan içimdeki çocuğa sarılıyor biliyorum.. evini kaybetmiş kız çocuğunun daha hiç boyanmamış saçlarını okşuyor, rimelsiz kirpikleriyle gözlerine bakıyor, el değmemiş çocuk tenine dokunuyor, hala anne sütü gibi kokan, gözyaşları yeterince tuzlu olmayan, tırnakları törpülenmemiş, uyutulmak için ninniye ihtiyacı olan kız çocuğu… şimdi ne kadar ağlasam da geçmeyecek ki içimdeki acı.. en çok çocuk oldum hep ben, ve sonra da köle.. çocuk köleydim.. tanrım yerin bin kat altında dolaşıyordu. Soytarım beyaza boyadığı yüzüne bir damla gözyaşı çizmeye çalışırken..
Başkalarında kendi acılarımı buluyorum.. gidemiyorum bu yüzden.. gitmek istesem de gidemiyorum… yapraklarını dökmüş bir ağaçta şimdi kalbim.. sonbaharı yaşıyor, yüzyılların yalnızlığını sırtlanmışım, köklerim öylesine gömülmüş ki derinlerine toprağın çıkamıyorum..
En çok içimdeki çocuk korkuyor.. ağlamak nedir biliyor çünkü, ağlatamıyor bu yüzden kimseyi… bir de dilsiz var ruhumun harabelerinde yaşayan.. susuyor sadece.. istese de konuşamıyor.. hem dilsiz hem köle.. körler de var sanıyordum oysaki sımsıkı yummuş gözlerini sadece görmek istemiyorlar.. paramparça ruhum tek bir ağızdan haykırıyor şuan, özgür kalsın ruhum.. bırak.. tüm uzanan eller üstüme, geri çekilsin.. hem iyi hem kötü olabilirim ben. Hem güçsüz hem de güçlü.. ağlarken gülebiliyorum, soytarıyım ya.. hükmedebiliyorum tanrıyım, kendini bile öldürebilen bir tanrı.. köleyim ben, firardayım, kaçıyorum.. çocuğum ben, koşamıyorum ama emekleyebiliyorum.. ihtiyacım yok kimseye aslında.. özgür kalsın ruhum hadi…
Yaşamak denen yolda, lastikleri patlamış, frenleri tutmayan, farları çalışmayan bir araba gibi ilerliyorum. Ters yoldayım, üzerime geliyor karşıdan arabalar, ışıkları gözlerimi kamaştırıyor.. bir yerlere çarpmadan duramayacağım… bırak beni hadi.. keskin virajlardayım, tepetaklak olmak üzereyim.. yanımda oturma… daha yeni öğrendim kullanmayı, güvenli değilim..
Ruhum özgür kalsın.. tanrım sonumu yazmış.. kölelerim patlatmış lastikleri.. yanımdaki koltukta çocukluğum.. durmaksızın ağlıyor.. soytarıyım ben şimdi.. iki yüzüm var benim.. bir yanım ağlıyor bir yanım gülüyor.. perdeler kapanmadan sahneyi terk eden bir soytarı.. ben bir soytarıyım.. soytarı…

11 Aralık 2008 Perşembe



Kibrit kutusunun içindeki bir çöpüm
Yak beni…
Yağmur bulutları tepemizde
Islanacağım yoksa
Deli kavuran güneşe inat
Dans ediyor bulutlar bugün üstümüzde
Hadi acele et!
Yak beni…
Gücüm yetmez
sönerim hemen zaten
ama sen yine de
Yak beni…
ne külümden
ne dumanımdan
korkma sen..
tozum kalmaz
çeker giderim..

30 Kasım 2008 Pazar

ne farkeder kim haklıysa




"Kış bazen aniden gelir
Değiştirir ne varsa
En büyük aşkın bile
Dönüşür yabancıya
Benim yüzüm sana dönük
Seninse duvarlara
Son sözü ettin belki ama
Yalnızsan geceleri
Yalnızsan yatağında
Ve evin de bomboşsa kalbin gibi
Söyle ne fark eder kim haklıysa "

Sertap Erener dinleyicisi olmama rağmen tesadüfen dinlediğim şarkının sözlerini yazmak istedim. kış bir türlü gelmedi aslında, alışılmadık bir biçimde yumuşak geçiyor. çocukken kış geceleri, heyecanla camdan izlerdim karın yağışını. sokak lambalarının altına bakınca ancak ışıktan anlardık yağıp yağmadığını bazen. çok yavaş yağardı çünkü. bir de kar yağdığında geceleri ayrı bir sessizlik olurdu sanki. eğer karın üstüne yağmur yağarsa ben üzülürdüm çok. karlar erirdi. çok sevdiğim yağmura düşman olurdum bir anda. öfkelenirdim. bir an önce dursun isterdim. bir pazar gününü hatırlıyorum, bir pazar sabahını. kötü bir gece geçirmiştim. hastaydım. sabah uyandığımda pencereden baktığımda nasıl sevinmiştim bembeyaz sokakları görünce. hiç kimsenin ayak basmadığı bemyeyaz pürüzsüz karlar.. yağmaya da devam ediyordu. hemen inip, hiç basılmamış bir kara basmak arzusu. böyle gıcırdayan bir ses çıkar ayaklarının ardından. arkanda ayak izlerini bırakarak yürürsün... ta ki başka birisi basana kadar.. kış hala gelmedi.. sonra bu şarkı çaldı ya.. bu uzaklık içinde aşkların yabancılaşması, o duygu, taht kurdu beynimin orta yerine. son söz edilmedi daha, ve kim haklı belli değil hala, ama sertap'ın da dediği gibi "ne farkeder kim haklıysa...

27 Kasım 2008 Perşembe

notamı arıyorum...


günlerdir sürekli deli gibi archive-again şarkısını dinliyorum. saplantı halindeyim. klavyeyle yazı yazarken de ellerime bakıyorum, benim ellerim değil sanki. kendime yabancılaşıyor gibiyim. terazinin 2 tarafında iyi ve kötü hislerim, hangisi ağır basıyosa o tarafa yöneliyorum. birkaç gündür kötü hislerim baskın.. tüm siyahların ve tüm beyazların içinde kendime bir "gri" arıyorum telaşla.. beyazın içindeki siyah olmak kolay değil ya da siyahın içindeki beyaz olmak.. bir de godfather-slash solosu var. tüyleri diken diken ediyor.. şarkılarla yaşar oldum iyice. chevelle'nin closure ve the clincher' ı var mesela.. damarlarda gezinen alkol gibi şarkılar.. bir de uyumadan önce atilla ilhan'ın rozalina'sı var. çok kırmızı bir şarkı, odanın içi sıcacık oluyor.. mor duvarlarda küçük mumlar yanıyor gibi aydınlanıyor ruhum, iyi geliyor.. herkesin bir notası varmış ya hayatta, o notanın çok kullanıldığı şarkıları daha çok sever etkilenirmiş. ben de notamı arıyorum.. bir de ne zamandır telefonumu şarj etmediğimi farkettim. kimseye telefon açmadığımdan ve nerdeyse kimseyi aramadığımdan olsa gerek son günlerde.. bana iyi geleceğine inanarak yeni bir kitaba daha başladım. okudukça ürperiyorum... ismini vermek de istemiyorum o kitabın.. çünkü başka bir gün sadece onu tartışıcam burda.. suzanne vega'dan headshots dinliyorum şuan da.. ritmik adımlarla ilerliyor şarkı. ironbound arkasından gelecek.. uyku şarkılarım. eski uyku şarkılarımdaki anılarımdan uzaklaşmak istiyorum artık. ne kadar güzelmiş hayatta kendini sıfırlamak ve tekrar başlamak.. özgürlük.... hala notamı arıyorum.. kaybettiğim saniyelerimin içindeki notalarımı... bana ait bir şarkı olsaydı, sadece bana ait, bana ait notalar...

şarkım yok... kötü benlikten çıkıyorum yavaş yavaş.. öteki sınır öteki krallık.. orda görüşmek üzere... tüm sınırdakilere sevgiler...

22 Kasım 2008 Cumartesi

tez-sel bunalım











tezimle başım dertte sanırım, evet evet kesinlikle dertte. aslında tezimin başı benimle dertte. dün olağanüstü hal ilan ettim evdekilere arkadaşlarıma, çekilin uleyyn tezimi yazmaya başladım diye. sonuç nedir, 6 sayfa... çok başarılıyım. kendimi tebrik ediyorum.
hayır şaka gibi zaten who is who da beni başarılı bulmuş ne hikmetse, röportaj falan yaptılar. sade bir vatandaş olarak şaşırdım haliyle, ne bir rock starım ne de prof., doçent falan. zaten o iş ayrı bir komediydi. neyse... üstünde çok konuşulmaya değmez..
ne hikmetse, böyle eskiden beri sınav zamanları bir uyku bir rehavet kaplar beni. birden hastalanıveririm, oram buram ağrımaya başlar, migrenim azar, şanssızlıktır ya işte, tüh derim tam da sınav vakti denk geldi.
sınav dönemlerim boyunca bu böyle gitmişti. şimdi sınavlar falan da bitti, tezimi yazmam, hocaların verdiği çalışmaları falan yapmam lazım ya, birden dizi izleyesim geliyor. böyle müptelası oluveriyorum en kıytırık dizilerin. haa bir de dizileri izlerken uyuyakalmaya başladım son zamanlarda, uykum da o kadar ağırlaştı ki sormayın, uyandırmaya çalışsalar da uyanmıyorum falan..
şimdi okuyunca "tipik kaytarma belirtileri" diceksiniz. ağzınıza sağlık, ben nasıl düşünemedim bunu ya, hay allah yani, kafam da pek çalışmıyo bu sıralar, hastalıktan sanırım..
hayır, otur bana hayatını anlat deseler, yüzyıllar boyu konuşucam, potansiyel yüksek... karaköyde iskele batmış, amann çok ilginç bi durum (aslında hakkaten ilginç) kaç ülkede bir iskele batar ki yani? ilgimi çekti tabi bu olayda, baktım hemen netten resimlerine, hmm evet, önce su almış, sonra yan yatmış, ve sonunda hopp demiş batmış, yazık vah vah ...
tez dışında herşey ilgimi çekiyor demiştim ya, görüşmediğim tüm arkadaşlarımla görüşmek istiyorum. sinemaya gideyim, konsere gideyim, kendime blog yapayım oturup orada dökeyim içimi falan..
yani kimse üzerine almasın diye açıklıyorum bunları, tüm bu yazdıklarım sıkıntıdan..
hem zaten nasıl da lodos var dışarda, yağmur da yağıyo..
tam uyku havası..
ya sanki biraz da başım mı ağrıyo ne..
midem de bi garip..
bu gece de disko kralını izlicem, 4'e kadar sürse.. uyumam uyanmam öğlen..
zaten hastayım da..
neyse gidip biraz yatayım bari..
yatarken de dizi izliyim..
çok da güzel diziymiş
takip etmek lazım:))
sevgiler.

21 Kasım 2008 Cuma

vızıldamayan sineğe kan vermezler




"fark edilmek için çok küçük olduğunu düşünüyorsan, kapalı bir odada bir sivrisinekle uyumayı dene" AFRİKA ATASÖZÜ

kabul ediyorum; bende cahillikler kitabını okuyorum. kitaba ilk gözattığımda sivrisinek bölümünü çok üstünkörü okumuştum ve aslında ne yazdığıyla ilgili hiç bir fikrim yoktu. sadece afrika atasözünün iyi bir msn iletisi olabileceğini düşünmüştüm. hem ironik hem de mesaj veren güzel bir sözdü benim için. ama herşey dün geceye kadar böyleydi. sonrasında çok şey değişti.
gecenin 2 si ve yumuşacık yatağıma yatmışım, başucumdaki kitabımdan birazcık okuyup kendimi uykuya hazırlamışım. uzaktan inceden bi ses geliyor. savaş yerindeki insanların bombalanmadan önce uzaktan duyduğu belirli belirsiz füzelerin sesi gibi. bişey yaklaşıyo. vızzzzz... offf hiç uğraşamam senle, hem de kasım ayında bu sivrisineğin ne işi var, ve ısırmak için koskoca bir gündüz dururken neden gecenin bu saati? adamın karnı acıkmış! bu da laf mı! sana mı sorucak ne zaman acıkacağını.. neyse hiç de kendimi ısırtamam, kusura bakmasın.
kafama yorganımı çekerim, uyurum, o da sabahı beklesin çok meraklıysa..
vızzzz... vızzzzzzzzzzz...
yok, ı-ıh bu bööle olmayacak.. bi pencereyi açayım da çıksın (ben sinek bile öldüremem çünkü) açtım... bekliyorum... oda buz gibi oldu, bizimkinin çıkacağı yok, ampulun etrafında bir tur atıp saklandı sesi kesildi. hmm belki de uykusu geldi (uyur mu bunlar da acaba?) aa üşümüş de olabilir di mi? yazık.. neyse ben de üşüdüm, kapattım pencereyi. ışığı da kapattım yattım tekrar.
vızzz... ama öfkeli bi vız bu sanki, bana sinirlenmiş gibi, içinden eminimki ya 1 damla emicem sonra gidip yatıcam amma da nazlanıyosun kardeşim diyo kesin... banane ya hayatta ısırtmam kendimi, uykum da kaçtı... şu cahillikler kitabının sivrisinek bölümüne bakim bi daha.. alıyorum elime kitabı başucu lambamı da yakıp okuyorum kısa ve dehşet verici şeyler yaızyo. "şu ana kadar yaşamış en tehlikeli hayvan" bir sivrisinekmiş. "günümüzde bile her 12 saniyede 1 kişiyi öldürüyorlarmış. şu ana kadar ölmüş olan insanların yarısını (muhtelemen 45 milyar)dişi sivrisinekler ısırmıştır." diyo. ufaktan yusuf sesleri yükselmeye başladı. bir komplo teorisine kurban gitmek üzereyim. azılı bir katille başbaşayım, şuan bu odada hayatım söz konusu, ölmek ve yaşamak... offf abartıyorum ben de nolcak ki.. öldürsem mi acaba, ama yok ben öldüremem ki, bir kiralık katil tutmalıyım bu iş için, annem? abim? hmm onlar da uyuyolar, off, bir sinekle başbaşa kalınca gerçekten anlıyomuşsunuz aslında hiç de küçük olduğu için farkedilmeyecek birşey olmadığını.
aslında anlıyorum da onu, acıkmış kan şekeri falan mı düşmüş, midesi asit olmuş gurulduyo falan, kanat çırpmaktan da bitkin düşmüş, zavallım.. hani derler ya ağlamayan çocuğa meme vermezler, bizimkisi de ööle vızıldamayan sineğe kan vermezler.
tamam teslim olluyorum, uyku iyice bastırdı. üstüme yorganı çekeyim, yorganın bir kenarından ayağımın tekini çıkartayım ordan emsin sonra o da ben de güzel bi uyku çekelim.
hmmm bu arkadaş biraz salak galiba, dışarda duran ayağımın farkında bile değil, illa kafamın oralarda dolaşıyo, iyice nefessiz kaldım yorganın içinde, iyilik de yaramıyo, kendimi feda etmişim burda, bizim sivrisinek arsız illa yanağımın kenarından gözümün üstünden emicek, anlatamıyorum ki , misafir umduğunu değil bulduğunu yer diye..
neyse bu işkenceye bir son veriyorum.
üstümü tamamen acıyorum ve sırt üstü uzanıyorum, bekliyorum..
ya gıcık mıdır nedir? nerde bu sinek şimdi? ya kardeşim gelsene al işte açtım üstümü de istediğin yerden ısır da rahatlayalım. sesi geliyo kendisi piyasada yok. bence benle kafa buluyo. işkenceyi uzatıyo.
neyse dayanamıyorum.. gözkapaklarım ağırlaşıyo.... gerisini hatırlamıyorum..
sabah gözkapağımın üzerinde bir kaşıntıyla uyandım, sinsi bir batma hissi, ayak bileğimde ve elimin üzerinde de var. saydım tam 5 ısırık izi! inanabiliyomusunuz1 ne demişler kasap yağı bol bulunca bilmemneresine sürermiş, o hesap, buldu benim gibi enayiyi her tarafımı ısırdı.. kesin doymuştur da inadına ısırmıştır.
ben anladım onu zaten, bezdirme politikasıydı, beni güçsüz düşürdü ve istediğini yaptırdı.
neyse şimdilik ısıran sineğin cinsiyetini bilmiyorum. ama öğrenirim. erkek sivrisinekleri Si-natürel diyapozan notasıyla ayartmak mümkünmüş. (tabi o ne demekse?)
ama dişiyse o 45 milyar insandan birisi olmamak için dua etmeye başlamam lazım.
bir sineğin akşam yemeği olan ben, artık afrika atasözüne bir msn iletisinden çok, hayatın gerçekliği olarak bakıyorum.
ve gerçekten de fark edilmek için çok küçük olduğunuzu düşünüyorsanız, kapalı bir odada bir sivrisinekle uyumayı denemenizi tavsiye ediyorum. sevgiler.

20 Kasım 2008 Perşembe

emo'lar memo'lar


çok saygıdeğer tarz bilirkişisi bir arkadaşımdan duydum ilk defa "emo"ları. her tarafta gördüğümüz, sanki aynı anadan babadan çıkma, dünyanın en büyük "klon"ları olan topluluk. internetteki emo tarzıyla alakalı yazıları okuyunca "büyük bir kısmının mor renkli giyinmesi- sevmesi" olayına ufaktan kıllandım. en sevdiği renk mor olan ben, bunu öğrenince "acaba ben de mi emolaşıyorum" demekten kendimi almadım. sonra bu tezin antitezini geliştirmek üzere, tüm fotoğraflarıma tek tek baktım. ama değilmişim. üstten çekim bir fotoğraf, kesinlikle insanın kendi kendisini çekmesi lazım, kol yandan hafifçe görünecek, gözlerde koyu makyaj, gizemli bir bakış, dudaklarda "sweetie- masumiyet göstergesi tezat renkli" rujlar, dekolte (çatal) neyse içim birazcık rahatlamıştı. tam da bugün okuldayken bir arkadaşım gelerek, sen hep mor şeyler mi giyiyorsun demesi beni sevindirmişken, çünkü yakıştığını da söylemişti, bir an için tüm elbiselerimi baştan aşağıya değiştirme dürtüsüyle baş başa kaldım. emoluk bir titan gibi büyüyen koca bir canavar halini almış son zamanlarda. hakkını da yememek lazım ki kızları da pek güzelmiş. "tarz bilirkişisi" arkadaşım bööle söylüyor. bende facebooktan şöyle 3bin 5bin fanı olan insanların funcluplarına girip bakayım dedim resimlerine. çoğu 14-17 yaş arasında büyümüş de küçülmüş tiplerdi. bir süre sonra kim kimdi, bu insanlar aynı mı, birisi bana şaka mı yapıyor diye düşünmeye başladım. başım dönmeye başladı, dünya tüm gerçekliğini yitirdi, kendimi emo dünyasından uzakta, bir matriksin içinde hapsolmuş gibi hissettim.
peki emoluk bu kadar yaygınsa, emo olmayan diğer insanoğlu neydi? memo'muydu? emo memonun evrim geçirmiş halimiydi? bence öyleydi. sonra da memolarla ilgili bir araştırma yaptım. evet memolar emoların kıyas nesnesiydi.
eskiden beri sevmediğim, memolara olan saygım arttı. tüm tarz abilerinin dikkatle takip ettiği bu akımın gerisinde kalmaktan dolayı kendimi asla affedemeyecek olsam da:) zaten yaşım gereği emo olamamanın üzüntüsünü de aynı zamanda taşır oldum. benden yaş geçmiş artık, ben artık olsam olsam memo olurum bu saatten sonra. bide galiba emoların üst sınıfı var, belki o gruba dahil olabilirim diyorum "gothic" olanlara yani. gotikler daha olgunlar ve standart bir tarzları yok, gotik ablalarımız abilerimiz, günlük yaşantılarında sıradan bir hayat sürerken, içlerindeki karamsarlığı "bakış açısı" dediğimiz tarzın temelinde yaşıyorlar. bende sürekli siyah giyinen birisi olarak heyecanla gotiklere dahil olabileceğim için seviniyorum. hani bir de adli bilimciyim falan, uzaktan bakınca benim de kendime has bir tarzım niye olmasın ki, benim neyim eksik, emo olamadım, memo olamadım, gotik olayım bari..
ya da ne bilim en iyi tarz tarzsızlıkmıdır ki? emin de olamadım.
emolar, memolar, cemolar,kekolar, lar, lar, lar....
ben en iyisi emin olana kadar biraz ayna karşısında şu tarz meselesini çalışayım.
bakalım ne çıkacak...
tüm tarz sahiplerine sevgiler.
how to become emo videosu için aşağıdaki linke tıklayın:

ucu ipli sopa

vatana millete hayırlı bir evlat olmak için çalışıp tezimle araştırmalarımla ilgilenmem gereken bir zamanda, çamaşır asarken alt komşumuzun balkonuna düşen ten rengi mütevazi ev kızı kimlikli iç çamaşırımı almakla uğraşıp durdum. önce bir sopa uzatarak almaya çalıştım, ama farkettim ki bir süpürge sopası hiç bir zaman alt balkona kadar uzanamıyor, karşı apartmandan bakan insanların şaşkın bakışlarıyla eylemime başka bir şekilde devam ettim. bu sefer süpürgenin ucuna, bir ip takarak aşşağıya sallandırdım, ı-ıh yine olmadı, bu sefer de sopa balkona çarparak ses çıkartmaya başladı, akşamın bu saatine kim balkonundaki iç çamaşırını süpürgeyle (hem de ucuna ip bağlanmış süpürgeyle) almaya çalışan birisini görünce şaşırmaz ki. neyse karşı apartmandaki meraklı 2 çift göz beni izlemeye devam etti. bir tanesi 2. katta bulunan benim yaşlarımda yiğit bir delikanlı, arada bir camdan kafasını uzatıp yaptığım şeye anlam vermeye çalışıyor, diğeri de 5. kattaki kimliği belirsiz bir şahış, o da balkonundan sigarasını tellendirirken beni izliyor. eminim ki izlerken de içinden " ya ne saf insanlar var şu hayatta " diyor. çok da umrumda değil şuan. bende bir sigara yakarak B planım üzerine düşünüyorum. ucunda çengel olan uzun bir ip ile doğru salınımla sessiz sedasız ve yere düşürmeden (en beteri de bir alt kata daha düşürmeden) nasıl alabilirim? sigarası biten şahış gitti, kaldı geriye 1 çift göz.. bu iyi bişey demek, izleyicilerim azalıyor, bir yandan da uyuz oluyorum, keşke izleselerdi diye, sonunda zafer benim olacak. neyse salona gidip uyuklayan annemi uyandırıyorum. ucunda çengel gibi bişi olan bi ipimiz var mı? tabi kadıncaaz anlamsız bi şekilde bakıyor suratıma, ha bu arada üzerimde de yelek mont var, havalar soğuk balkonda üşüyorum, annem de haklı tabi, cayır cayır yanan kalofirli bir evde üzerinde montla kızı gelip de çengelli ip isterse akşamın bu vakti şaşırır tabi.. empati kurmaya çalışıyorum ve durumu açıklıyorum. aa diyor dur ben de deniyim, neyse balkona gidiyoruz, 1'dik 2 olduk..
annem de üzerine bi hırka giyiyor, kendisi de uzatıyor ipli sopayı, uğraşıyor, 1 çift göz hala bizi izliyor, durumumuzun genetik bişey olduğunu düşünecek, ailecek manyak olduumuz kanısına varacak, neyse ikimizin de umrunda değil. en sonunda annem gidip odasından bi ip getiriyor. eski bordo perdelerimizin kalın ve ucunda çengelimsi bi zımbırtısı olan bir ip. tam da istediğimiz gibi! yaşasın! uğraşıyorum bir türlü tutturamıyorum, off, ne zor işmiş, allah kimsenin başına vermesin ! neyse nihayet almayı beceriyoruz, gülmeye başlıyoruz, bu ne saadet! o an içimden "sensiz saadet neymiş, tatmadım bilememki.." adlı şarkıyı yoluyorum mütevazi iç çamaşırıma.
biz gülerken balokonda (zafer çığlıkları) abim gelip noldu diye soruyor, anlatıyorum. manyakmısınız diyor (manyaklık anneden kızına geçen bi genetik aktarım, abim etkilenmediğine göre) neden? diye soruyorum. ee uğraşacağınıza inip isteseydiniz ya komşudan yani..
evet... ne kadar haklı.. gidip komşunun ziline basıp, kusura bakmayın iç çamaşırım sizin balkona düştü de asarken bi zahmet verebilirmisiniz? demek en mantıklısıydı. alt kata inmek 10 sn, zili çalıp beklemek 10 saniye, komşunun içeri gidip çamaşırı alıp bana getirmesi 20 sn, bu sırada geyik yapıp devleti kurtarmak, meşhur "ee obama'ya ne diyosun " üzmez olayına ne diyosun" "sence nolcak bu ergenekon işi" geyiklerine kısa ve kibar cevaplar vererek sosyalleşmeye 2 dk veriyorum. ordan da üst kata evime çıkmak için 10 sn. yani ortama 2dk 50 sn dk sürecek bir eylem için, sosyalleşmemek uğruna (son zamanlarda asosyalliğin dibine vurmuş birisi olarak) çektiğim 40 dk'lık balkon macerası değermiydi gerçekten? bi de yetmezmiş gibi soğukta kalma, abiye rezil olma, anneyi dumur etme, komşuları afallatma da cabası.
peki hiç mi bişi kazandırmadı bu bana? yani hayatın anlamını falan sorguluyor değilim de eminimki bişiler kazandırmıştır bana, hiç olmazsa artık evimde ucunda çengel olan bir ipin varlığını biliyorum. bu da bir şey tabiki. 2. katta yiğit bir delikanlının olduğunu da, 5. katta bu tarz olayları pek de umursamayan, sadece sigara içerken vakit geçirmek için baktığı aydın görüşlü bir meçhul şahşın olduğunu da öğrenmiş oldum.
çok sevgili ismi lazım değil, ben ona kısaca "oroboros" diyorum bir gün onla buluştuğumuzda hayatın anlamını sorguladın mı şu tırnalarına yıldızları takarken demişti. yıldız dediğim şeffaf ojenin, popüler kültüre uygun olsun diye içinde simli kalpçiklerin ve yıldızçıkların olduğu bir üründür. sürünce tınaklar ışıl ışıl olur falan. bende bir bayanım, bende popüler kültürün bir parçası olmak istiyorum diyerekten, aslında hayatın anlamını sorgulamak gibi bir amaç barındırmaksızın sürdüğüm ojelerle yargılanmıştım. artık erkeklerin yıldızcıkları kalpcikleri simli mimli şeyleri sevmediğini öğrendim. sosyalleşmek uğruna kendime yaptığım eziyete son verdim.
her olayın insana bir şeyler kattığına inandım.
ama siz siz olun, komşunun balkonuna düşen ister kalpli boxer, ister jartiyer ister çamaşır suyu dökülmüş berbat tshirtünüz olsun inin ve isteyin. ama unutmayın sizi izleyen 2 çift gözden mahrum kalacaksınız. felsefe yapmadan da "hayatın anlamını" ( öyle bir anlamı varsa- mutlaka bir anlamı olmak zorundaysa) sorgulamaya çalışanlara sevgiler:)

gelecek de bir gün gelecek

"bir takım" neden olduğunu bilmediğim (bildiğim?!!) sebeplerden ötürü, internette "trip atan erkek" nedir nasıldır diye biraz bakmaya başladım. karnımda sıcak su torbası, tam yanımda sigara paketim ve çakmağım oturuyordum. kültablasına uzanmaya halim olmadığı için sigara içmeye bile yeltenmeden iştahla okumaya başladım. sözlüklerde çoğunlukla esprili açıklamalar yapmış insanlar, sözlüklerde farklı yaşanıyor hayat sanki, herşeye espri katılmak istenircesine ve hakkaten gülümseterek yazılıyor. gülüyorum yine, herşeye rağmen herzaman gülüyorum. "bir kızla konuşurken nazlanan,bir yerlere davet edildiğinde bin türlü kapris yapan,sebepsiz yere konuşmaktan çekinen çekilmez erkek modelidir" diye yazmış bir tanesi, hoşuma da gitti aslında. tam da betimleyemediğim şeyi betimlemiş gibiydi. bir başkası da "illaki bir derdi olan erkektir. unutmamak lazım ki zaman zaman erkekler de gayet duygusal tepkiler verip bunun getirisi olaraktan garip davranışlar sergileyebilmektedirler(bkz: trip). ya da kaçmaya çalışan erkektir bişeylerden, ya uzaklaşmak ya da olabilecek şeylere karşı önlem almak gibi bi amacı vardır." yazmış. bunu da sevdim. en azından işin içine duygusallık girmiş, insanoğlunun insancıllığı karşısında mutlu oldum.şimdi gelecekte beni bekleyen erkeğe sesleniyorum, lütfen trip atma, sözlüklere düştün görüyormusun, ha bu arada gelecekteki "ben" e de sesleniyorum, aslında bir sorum da var kendime, 40 yaşındaki "ben" sana soruyorum: bana bakıp da şimdi gülüyorsun di mi? ne uğraşıyorsun bunlarla diye şimdiki bana bakıp da sinirleniyorsun, ya boşver ya, gençlik de geç git.. izlediğim bir filmde kadın erkeğe "birgün gelecekten gelen birisiyle tanışacağım demiştim sana" diyor. bende aynısını sabırsızlıkla bekliyorum gelecekten geleni, boşuna dememişler "gelecek de bir gün gelecek diye" (telif hakkı bol bir yazıydı, idare edin:)) sevgiler.

16 Kasım 2008 Pazar

sizin en karakterliniz hangisi?


Kırmızı ışık, sarı ışık, yeşil ışık, bir de yanıp sönen ışık.. onu da unutmamak lazım. En karakterli ışık nedir diye düşündüm bugün. Kırmızı çok emredici, zaten renginden belli, “dur!” diyor sana, “yoksa..” yoksa’ları çok bir ışık bu.. üç noktaları uzun ve bezdirici bir renk.. sevmiyorum kırmızı ışığı, belki de pis bir boğa burcuyum, kendime yakıştırdığım sıfata uygun olsun diye bir boğa maskesine bürünmüş sevmiyorum o ışığı. Zaten kimse emredemez bana.. hayatı hep bişeyleri beklemekle geçen insanların öfkesini anlatan ışık..
Sarı ışık.. çok melankolik geliyor ilk başta gözüme bu renk.. sabret birazdan geçeceksin.. hadi heyecanlan, hazırlan.. geçiş evresi, durmakla geçmek arası karaktersiz bir ışık işte.. ne olduğu belirsiz. Arabaların, boşa aldıkları viteslerini 1’e geçirdikleri, frenden kalkan ayağın, debriyajdan çekilirken gaza basılan bir evre.. yavaş yavaş, ürkütmeden insanları.. çok heyecanlı işte ama bir o kadar da melankolik, böyle sümüklü ve ağlamaklı geliyor bana… hayata bişeylere hazırlanmakla geçenlerin ışığı..
Yeşil ışık. En eğlenceli ışık bu bence. Kendine has bir enerjisi var, rock ‘n roll rengi, yeşil ışıktayken ben, müziğin sesini sonuna kadar açmak istiyorum. Ama bir tehlikesi de var tabiki, önüne pat diye birisi çıkabilir, tüm bu ışıklardan habersiz birisi.. ben öylelerine kendi hayatlarının katilleri diyorum.. “canı tatlı” olanlar vardır ya, kurallara uyalım, uymayanları uyaralım tipler, bu insanlar işte öyle tiplerden değil, “canı acı” diyerek bir zıtlık yaratmak istiyorum bu tiplere. “geçerim kardeşim bekleyiver” insanları bunlar. Veya “hiçbir şey karşıya geçmemi engelleyemez”, ama en güzel yakıştırma da şu olsa gerek : “ ben kurallara uymam, kurallar bana uysun!” Sonuçta yeşil ışık, hayatları takılmaksızın ilerleyenlerin ışığı.
Gelelim asıl mevzuya, yanıp sönen ışık.. asıl tartışılması gereken ışıktır bence.. günümüzün en kırmızı noktalı saatlerinde ortaya çıkar kendisi. Kural olarak tüm renkleri içinde barındırır ama kendisine has havasını da hiç kaybetmez. Yani hepsinden biraz vardır içinde, ama hepsinden de farklıdır. Bence en kıskanılan ışıktır bu. Gecelerin anlam ve önemini kavramıştır.. Alkollülerin, yeni araba kullanmayı öğrenenlerin en biricik dostu ışık.. ama çifte standart da içeren bir ışık. Yayalar daha bir tedirgin olur, böyle psikopat bir katil hart diye önünüze çıkabilir gibi hissettirir. Kırmızı noktalara aldanma bak her an her şey olabilir dercesine sinsi bir ışıktır. Hayatı adrenalinle geçenlerin ışığı..
Sokak lambaları da var tabi tüm bunların içinde. Onlara da değinmek iyi olabilir, üzülmesin kıskanmasınlar.. sokak lambaları sürü mantığıyla çalışan lambalardır. Renkleri ve tipleri önemli değildir. Önemli olan işlevleridir bence. Hiç bitmeyen nöbetleri vardır onların. Sürekli kaşınır bu lambalar, sinekler böcekler etraflarından eksik olmaz. Dostumuz lambalardır ayrıca. Yolumuzu aydınlatmaktan başka çıkarları yoktur. Karşılıksız yanarlar. Emretmezler ve hükmetmezler. Hayatlarında hep önünü görmek isteyenlerin lambasıdır.
Deniz fenerleri de vardır. Biz bunlara zaten lamba demeyiz. Fener mertebesine ulaşmışlardır. Farklı bir oluşumdur. Yanıp yanıp söner o da.. bana çok çekici gelir nedense. Önemli bir görevi vardır çünkü, denizcilerin yol arkadaşıdır. Medyatiktir bir de, şöhretlidir. Bir nevi artisttir kendisi. Çünkü filmlerde konusu geçer, sık sık görürüz. Sevgililerin buluşma yeri, mafya babalarının hesaplaşma yeri, intihar etmeden önce görülesi son yer gibi gibi..
Son olarak fener demişken, el fenerine de değinmek istiyorum. Kendisi küçük işlevi büyük şirin bir fenerdir bu. En az deniz feneri kadar medyatiktir, hatta belki fazla. Korku filmlerinde sıkça kullanılır. En önemli anda söner bu fener. Kalleştir biraz da, adamı sırtından vurur. Sık sık pilini değiştirmek gereken bir fenerdir. Pahalıya patlayabilir. Hayatı hep kesintiye uğrayanların feneridir.
Herkes bir gün bir yerlerde bunlardan birkaçıyla karşılaşmıştır. İşimize de yaramıştır elbet. En karakterlisi hangisi diye başlamıştım ya sözüme, en karakterlisi hepsinden farklı bir şeye ihtiyacı olanmış gibi geldi bana. Ben kalleş de olsa el fenerini seçtim en karakterli olarak. Diğerleri elektriğe bağımlıyken, el feneri pil ile çalışır ve tüm diğer lambalar ve fenerler söndüğünde, sizin tek kurtarıcınız olur. Şimdi artık jenaratörler falan var. Ben bunları şike olarak sayıyorum. Hala el fenerine üstün değil benim için.
Bilmiyorum belki de benimkisi tensel bir şey, el fenerini elimizde tuttuğumuzda ışığı avucumuzda taşıyor gibi oluyoruz. Ten uyumu olsa gerek. Belki kalleşliği çekici gelen. İnsan hep en güvenilmeze yönelir ya, öyle de olabilir ama seviyorum.
Güneş de var evet. Hepsinden üstün belki de. Ama benim alerjim var güneşe, o da bu yüzden kaybetti son zamanlarda. “Yaklaşanı yakarım” tavrını sevmiyorum onun da. Çok ukala ve kendini beğenmiş geliyor bana. “Solaryuma inanmayınız, taklitlerimden sakınınız” gibi tripleri de var. Hep en ulaşılmaz olmak istiyor. Evrenin en büyük mucizesi kendisiymiş, o olmasaymış biz naparmışız falan.. bak sinirlendim şimdi yine..
Ateş böcekleri var, o da doğa mucizesi bence.. seviyorum ateş böceklerini. Küçük sihirbazlar..
Lambalar, fenerler, ışıklar, güneş ve ateş.. yol göstermek ve kuralları koymak için, yaşamak için ve daha bir sürü şey için gerekliler.. istesek de istemesek de hayatımızdalar..
Ben ışığımı buldum.. hem de en karakterlisini..
Peki ya siz?
Sizin en karakterliniz hangisi?