31 Aralık 2008 Çarşamba

çakmak

Karşımda öylece durup bekliyorsun. Seni görüyorum her şeyinle.. sende benim gibi yanmaya yaralanmaya hazırsın hala.. onca umutsuzluğun içinde tutunacak bir dal bulmuşsun kendine.. o ufacık dünyada yaşama alanının dışına birazcık da olsa çıkabilmek ve seni senden uzaklaştırabilecek yeni acılar bulabilmek adına bakıyorsun bana ve işte duruyorsun karşımda.. ve ben seni tüm çıplaklığınla seyrediyorum.. tüm kıvrımlarını öğreniyorum, dokunuyorum, kokluyorum seni.. sen belki de daha cesursun benden. Ben korkakça sevmeye çalışıyorum seni.. sanki kaçıp gitmek daha kolay olacak o zaman.. en azından cesur değildi demeni istiyorum belki de.. bunu duymak içimi rahatlatabilir,acımız azalır ve belki daha az yanarız.. bilmiyorum.. ne zaman geldin bana hatırlamıyorum.. ben sana ne zaman geldim...neresi başlangıç neresi bitiş bilemiyorum.. sanki dön dolaş aynı yerdeyiz.. o kendimizi unuttuğumuz yerdeyiz.. bir kadın vücudu gibi sevgimiz.. yaşattığı tutkuyla aşık eden bir kadının vücudu gibi.. hor görülmüş,incitilmiş ama asla güzelliğini kaybetmemiş bir kadının asla kutsanmayacak bedeninin birer yansımasıyız sanki.. kadının içinde yüzen yeni nesiller gibi, sıcak,kaygan ve derin bir sevgiyle bağlanıyoruz farkında olmadan.. tüm sözcükler aynı anlama çıkmak istiyor.. hissetmek istediğin seninkinden başka bir ten.. kurduğumuz hayallerle ve o büyüttüğümüz sahip olma duygusuyla, ilk kez seviyor ve ilk kez dokunuyormuşsun gibi gelecek.. zamanla cebinde taşıdığın bir çakmak gibi, ihtiyacın oldukça çıkarıp dokunacaksın yakmak için bir şeyleri... ya kendini yakacaksın ya beni...

(turuncu çakmak- glory box)

iyi uykular

Yine başbaşayız seninle.. kaç kez dönüp dolaşıp sana çıkacak yolum.. yıkılmış bir imparatorluğun bahçe kapısında , sağlam kalmış bir çiçekle kendi mezarıma doğru yöneldim.. ne zaman gömülmüşüm bu topraklara bilmiyorum, ağlayanım olmamış arkamdan, toprağım kupkuru, mezarıma kendi çiçeğimi koyacağım birazdan.. evet işte koydum.. hadi köksal derinlerime, tek hatıram sen kaldın.. günbatımına doğru, yüksek bir kalenin tepesinde gibiyim, gökyüzündeki o huzur veren renkler, martılar ve çığlıkları.. denizin yosun kokusu çekebildiğim kadar çekiyorum ciğerlerime.. en ıslak hatıralardaki gibi, küfürbaz biraz, biraz da ayyaş sallanıyorum ayakta.. düşmeden çömeleyim bir taşın üzerine..az kaldı gün batacak artık.. renkler kaybolacak.. heybetli, asil bir sevdaydın içimde sen.. yarın tanrı, yarı insan yürüyüşün, duruşun, konuşman… tanrılar yalan söylemezlerdi oysa. İnsan yanın eksikti demek senin..
Şimdi dağın tepesinde, karşımdaki inanılmaz manzaraya gözlerimi dikmiş, ağlamamak için kendimi tutuyorum.. gırtlağım da ağrımaya başladı. Ama ne konuşarak, ne de ağlayarak bu mükemmelliği bozamam. Ne de olsa ölüyoruz seninle.. eğer bulabilirsem bir çiçek de senin mezarın için koparacağım.. kuru kalmasın toprakların, birkaç damla akıtacağım senin için söz…. Bana küfredercesine yüzüme rüzgar çarpıyor, beni yıkmak yaralamak istercesine esiyor durmadan.. üşüyemiyorum bile.. buz kesmişim zaten çoktan.. ısınmak için senin daha çok kalbe, daha çok aşka ihtiyacın var.. ısınamazsın , başaramazsın.. daha çok sarıl, hadi sarıl.. biliyorsun hepsine tarif edeceğim mezarımızın yerini.. gelip görecekler, bu imparatorluğun altında ezilen iki yalnız bedeni.. mutlu olacaksın.. yalnızlığının ardına saklanıp,ezdir hadi kendini, sarılamazsın yoksa başkalarına.. acıt beni ve kendini… beş para etmez aşklar uğruna neyimiz var neyimiz yok satmışız zaten.. bastıramadığımız katil taraflarımız için hükmetmişiz insanlara yalanlarla da olsa.. hayatın görünmeyen kısımlarıyla uğraşmışız, görünen kısımlarını fark edemeyecek kadar körleşmişiz zamanla.. iki zıtlığın içinde çözüm aramaktan yorulup usandığımızda da işte her hayat gibi bitmişiz sonunda.. bitmişiz …bir nankör kedinin tırmığında saklıymış bütün her şey, son anda fark etmiş olsam da çekememişim senden elimi.. tırmalanmış, kullanılmış, terkedilmişim işte.. mecrubi istimatlere giden ağır yüklü kamyonlar gibi, kaç kez katetmişiz bu uzun yolları.. yükümüz içimizde durmaksızın yol almışız .. kime .. nereye… hadi gün battı.. herkes kendi mezarına.. iyi uykular bitanem sana..

Günahım ol, gir kanıma
Gel uçurumlardan it beni
Suskun dudaklarının tadıyla
Yeni bir ayrılığın şerefine
İçelim seninle..
Titreyen ellerinle
Kaldır kadehini
Yalnızlığa...
Sarhoşken ölelim
Biraz cesaretin varsa....

2008 biterken




yeni yılın son günü..


kendi kendime bir hediye verdim bugün.


o hediye, ortaokul zamanlarımdan beri dinlemekten usanmadığım, bana müziği sevdiren grubun son albümünden bir parçaydı.


GUNS N ROSES- if the world


evet kendime verdiğim en güzel hediyeydi bu...

kendimi sevme bahanem oldu..

dinliyorum..

neden sevdiğimi sorsalar bir sebep yok gerçekten.

tanıdık mı geldi içinde birşeyler bilmiyorum..

bana ait bir şarkı yok hayatta, bana yazılmış, beni için sadece benim için..

oysa ben kimlere neler yazmadım ki, söylemedim ki...

bu da biten tüm yılların pişmanlığı olsun..

keşkeleri olsun..

neyseleri olsun...

teşekkürler Axl,

benim için söylemediğin ama

bir şekilde beni mutlu etmeyi başardığın için..

yeni yılım kutlu olsun..




29 Aralık 2008 Pazartesi

susmak vaktidir..

ve şimdi biraz da susuyorum...

ay aynamdır

Bu yazıyı, yazandan başkası anlamayacaktır, hatta yazılan da…

Yanından ayrıldıktan sonra içtiğim, dünyanın en berbat ve en ekşi ayranı olabilecek ayranın kutusunun içine atılmış bir sigara.. önce bir ses, ateşle suyun buluşma sesi… ve söndü.. biraz duman… o kadar mükemmel bir uyumsuzluk ki anlatılamaz… çalkaladım.. iyice söndüğünden eminim artık… asla içilemeyecek bir halde çöp kutusuna attım.. kurtuldum bu sigaradan da.. her şey yolunda gibi.. sana “kendimi kapının önündeki terlikler gibi hissediyorum, yapayalnızım” dediğimde, bana “ demek ki yalnız değilsin,çünkü ben de o yanında duran terliklerim, bende kendimi öyle hissediyorum” dedin.. iki kişilik yalnızlık değil, birer kişilik, tekil yalnızlıkların kapı önünde buluşması bu… neden içeri giremedik…
Yüzümdeki küçük volkanik patlamalar.. aknelerimi de sevmeye başladım galiba.. kucağımda hala ana kuzusu küçük aslan.. ne kadar can acıtabileceğinden habersiz, patileriyle severcesine tırmalıyor. Ve sonra…
Gün doğuyor…
Güneş yüzünü bir kere daha gösterdi…
Fırçalanan dişlerin nane kokusuyla başlıyor gün.. aknelerim yüzümde…
Hala soğan ve çamaşır suyu kokan elleriyle, arapsabunu krallığının kraliçesi ,yanımdan geçen bir teyze…
Hayat bazen acımasız olabilse de güçlü olan kazanıyor diyorum….
Bir cinayetten geriye kalan, tek damla kan..
Bu kadar kansız nasıl hallettin diye sormak isterdim….
İyi iş çıkartmışsın! Ben bile bu kadarını yapamazdım…
E o zaman nasıl oldu bu?
Zehirledin mi?
Hayır…
Bir sopayla kafasına mı vurdun?
Hayır…
O zaman potasyum enjekte etmiş olmalısın?
Hayır..
Belki de sadece terk ettin…
Yada ölmedi, sadece baygın….
Aşırı dozaj dedikleri olsa gerek…
Aşırı dojaz yalnızlık…
Ne kadar asilleşirse içimde duygular, o kadar acımasızlaşıyor biliyorum.
“Aşırı doz aşktan ölsem olmaz, yaşasam da kimse umursamaz..” diyorum
tıpkı Aydilge’ nin de dediği gibi..
“Ay aynamdır”..
Kraterler akneli suratım gibi…
“Yansıtır.. seni yansıtır…”

vapur

Daha ne kadar nefesini tutabilirsin???
Birazdan başın dönecek, ve hala nefes almamaya direnirsen, o ufacık küvet sana okyanus olacak, sahilden denize düşen bir dal gibi sallandığını hissederek kaybolacaksın…
Ve bir anda, dayanılmaz bir arzuyla derin bir nefes alacaksın.. bu elinde değil.. tüm ciğerlerine dolacak su..
Hadi nefes al…

Santimlerce üzerinden seyrederken bedenimi ruhum, ben suyun içinde, çıplak olmanın, ıslak olmanın, üşümenin ve burnumdan küçük kabarcıklar halinde çıkan havanın ne demek olduğunu biliyorum…

Bazı gecelerin, hani o, duvarı delerek çıkan bir elin, korku filmlerindeki gibi, boğazını sıkarak, nefessiz kalmaya değmeyecek kuruluğun içinde, senle oynaması olur ya.. dalga geçer seninle gece… kafa bulur.. çocukken gördüğüm kabuslar gibi, ben terledikçe, üstüme üstüme gelen örtüler… küçülen bedenler, büyüyen kafalar..

Günün en manalı saati, bugün hangi kimliğe bürünmeliyim, çocuksu mu giyinmeliyim yoksa bir kadın gibi mi… doğal mı olmalı makyajım, yoksa çekici mi… bir serseri gibi mi yürümeliyim yoksa bir hanımefendi gibi mi… ne kadar saçma…
Bende olmayan, olamayan, oldurtamadığım şeyler…
İzimi bırakıyorum dört bir köşesine şehrin… tüm sokaklarında ayak izimle…
Ama sorsalar hüzünlüyüm biraz sadece, tam olarak üzgün de değil…

Sana doğru yürürken, senin evine, senin odana… hiçbir telaş yok içimde.. hızlanmış adımlarım seni yanıltmasın sakın… başını işinden kaldırıp da kendin olduğun o bir tek anı kaçırmak istemesem de, kaderci görünmek istiyorum bugün biraz… napalım geç kaldım demek istiyorum… ben sana geç kalamam biliyorsun…
Sürekli tekrar eden, batan, savrulan vapurlar görüyorum rüyalarımda.. Sarayburnu açıklarında batan bir vapurdu bir keresinde bu… yardımseverliğimden eser yoktu bende, sadece kendimi kurtarmak için kıyıya kadar yüzmüştüm.. vapurda önce, yere düşen çay bardaklarının sesi duyuldu… denizin sesinden bile önce…

Peşime takılan arsız öfkem, paçamı bir türlü bırakmayan şımarık çocukluğum, sürekli burnunu çeken ağlamaklı yalnızlığım ve büsbütün ayyaş sevgimle senden uzaklaşmak için yeminler ediyordum içimden … istemek ve beklemek arasındaki farkın tanımını anlatmaya çalışıyordum sana.. ne istiyordum ve ne olması beklenendi.. beni iyi tanıyordun belki de..
Benim istediğim, senin de beklediğindi..

Vapura binmek… denize dökülen kanalizasyon atıklarıyla karışık yosun kokusu… tüm şehrin tuvaleti, soluk renkli bir deniz… deniz anaları diye arkadaş da edinmiş kendisine.. bu pislikte kim bu kutsal maviliğe annelik yapardı ki başka zaten…
Deniz anaları…

Üst katın en arka sağ köşesi.. benim yerim orası… iskeleden vapura binerken düşman düşüncelerimi de denize dökerek bindim.. senden uzaklaşmaya bir deniz mili bile uzak olmasam da… ve şimdiden sesini özledim… ahhh şu teknoloji de olmasa…

Vapurlar olmasa…

buldun beni- hoşgeldin

Ayak seslerin gökyüzüne uzanan bir yolda gittikçe büyüyor..
ve sen bana geliyorsun.. hayatını vermeye hazır…
rüyanın ortasındaki o sert esinti.. tüm kartların açık olduğu, yanımızdakilerin bile bizi
dinlemeye engel olamadığı, büyük sorgulamalar ve küçük şakalaşmalarla dolu geçen onca saat.. daha biri bitmeden diğeri söylenen çaylar.. bardaklarca.. çayın radyasyon mağduru ama eşsiz tadı…
İnançlardan bahsettik, inanmaktan korktuklarımızdan, kabuslarımızdan ve hayallerimizden..
Konuşan dudakların, konuşan gözlerin…
Dilenmiyorduk sevgiyi, sunuyorduk…
Çocukken kaybettiğimde çok ağladığım oyuncağımı bulup da ona sımsıkı sarılmak gibiydi sana sarılmak …
Oyun arkadaşımdın… bu saklambaçta..
Ruhunu sevgiyle şeffaflaştıracak bir bedendin karşımda.. çayın tadı senin tadında bambaşkaydı..
Kaybedenlerin buluşma yerinde, bir bekleme salonunda farklı köşelerde tedirgin otururken, doktorun bizi odasına çağırmasını beklemeden karşılaşıp kaçan iki deli gibiydik… yada hapishane kaçkınları… hiçbir bir firar böylesine çoşkulu olmamıştı..
Annesinin memesini huzurla emen bir kedinin tüm yaramazlığını ve sıcaklığını barındırıyordun sen.. hem vahşi hem evcil…
Ve sen kedi…
Sonunda…
Tam da bulmanı istediğim yerde
buldun beni…
hoş geldin…

bul beni- hadi gel..

Halının üzerindeki yer minderlerinde uzanan iki beden.. Kalp atışları bir şarkının iskeletini oluşturan melodi gibi… Parmaklar da istemsiz eşlik ediyor bu şarkıya… Üst üste dinlenen şarkı… Gözümün önünden kayıp giden saniyeler.. Saatin kısır döngüsü.. Kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan bir yılan gibi…Tık tak tık tak….
Zamanın zamansızlığı içinde küçücük bir an. O sınırlı alana sıkışmış huzuru arayan iki insan… Gözünü çevirip de dikkatlice baksan, kalbimden bedenime pompalanan kanı görecekmişsin gibi…Kirli ve temiz kanın sürekli yer değiştirmesine şahit olacaksın.. Tıpkı zaman gibi, saatler gibi, kendi kuyruğunu ısırmaya çalışan bir yılan gibi…
Birbirimize güzel cümleler kurmak isterken söylediğimiz onca saçmalık.. Hiç birisinin bir anlamı yok.. Asıl söylenmek istenenler değil çünkü…
Yüksek bir kayalıktan evreni izliyormuş gibi hissediyordum o an.. Rüzgarın dudaklarıma kondurduğu öpücüklerden, denizin sonsuz damlalarından birkaçını tadıyorum. En kusursuz şarkıyı dinliyordum.…
Bir üflesen, rüzgarla dağılacak kelimeler.. Harfler… Yap-boz.. Kendin pişir kendin ye gibi geliyor kulağa, önce yap ve sonra boz… Topu başkasına atma çabası bu.. Kararı kendin ver demek gibi..
Şimdi kelimler parmağımın ucunda ip atlıyor.. En güzel olanları saklambaç oynamaya gitmiş..
Ne yazsam, eksik kalacak şimdi...
Ben de saklambaca dahil oluyorum…
İki kişilik bu oyunda senden saklanıyorum…
Hadi bul beni…

yok

Sarhoşluğun kıyısında bir erkek
Öylece duruyor
Üstünde kara duman
Altında laciverte boğulan
Bir hayat taşıyor
Yükü yok, adı yok
Zamanı yok, kimsesiz...


Rüyaların kuytusunda bir kadın
Boyutsuz bekliyor
Hayaller ebruli
Avukatı siyah
Suç yok, suçlusu yok
Yargısı yok, kimsesiz...

28 Aralık 2008 Pazar

poseidon & artemis


kulakları sağır eder mi bir adım
tam yere basarken çatırdayan yaprakların sesi
yere düşen ilk yağmur taneleri
bir hayaletin dostu başka bir hayaletti..

ve öfke içimde kabarırken
gökyüzüne çıkan tanrım
yere düşüp beni avutmaya çalışıyor
boşuna, bitti..

etkisi yok ama
niyetinin sıcaklığı biraz olsun huzur veriyor
şimşekler ve gök gürültüsü
sırtımı sıvazlayan dokunuşlar gibi..

siyah ve beyazın dansında
iyi ve kötü
hiç bu kadar iç içe geçmemişti..

sarnıç ve "aşk"


kutsal nehirlerin damlalarıyla yazılıyor tarihimiz

yeraltı sarnıçlarının yosun tutmuş taşlarına

dokunan parmaklar şimdi özlüyor ellerini

başkaldırmış bir ruhu ne dizginleyebilir aşktan başka söyle?

korkma deniz ve ay anlatır eksik kalanları

biz tanrının eksik tasarımları..


her yeni gelene- ilk gelene

şimdi 2 yaşında bir çocuğum ben... küveti sıcak suyla doldurmuşlar, köpüklerin içinde ellerimi suya vura vura oynuyorum. suratımda salak bir gülümseme, temizlendiğimin farkında bile değilim, yıkanmak değil oyun benim için.. tam o anki mutluluktayım şuan.. tam o anki çocuğum. birden annem bana sarı bir ördek veriyor.. köpüklü sıcak suyun içine atılmış sarı bir ördek.. işte buna tam bir banyo nedir, yıkanmak değil adı oyun..
hoşgelmiş ördeğim...

20 Aralık 2008 Cumartesi

kıvrak, kıvrılarak...


Çölün ortasında kıvrılarak ilerleyen bir yılan
Kum fırtınasının tüm acıtan tokatına rağmen
İlerlemeye devam ediyor..
Siyah bir at, gri-kırmızı pullarla kaplı gibi
Kaybettiği sahibini arıyor…
Bir flüt sesi uzaktan duyulurken
Yılan dans ediyor…
Kıvrak, kıvrılarak…

Su ve rüzgar karışıyor birbirine
Yine çok uzaklarda…
Dağın etekleri,
Beyaz ve güzel bacaklarını saklayan
Bir kadının etekleri gibi
Loş bir salonda dans ederken
Çekici, çekingen savruluyor..
Kıvrak, kıvrılarak..

Koca bir kalemtraşın içine dönüyorum
Saçlarım parçalanıyor, beynim törpüleniyor
Gökyüzünü denize kavuşturan bir hortum gibi
Sivriliyor ruhum biraz daha dönerken
Ve meteor yağmurundayım bugün
Gökyüzümde kayıp gidiyor onca yıldız
Dilek tutulmaksızın gidiyorlar
Ait oldukları yere..
Birisinin kafasına atılan taş gibi
Hırslı ve hızlı yol alıyor..
Kıvrak, kıvrılarak…

Ruhumuz sevişiyor bir süredir
Çırılçıplak ve kan ter içinde
Benliğimin içindesin
Bir ileri, bir geri
Gidip geliyorsun zevkle
Ama korkma
Aceleye gerek yok
Adı aşk olan bu yatakta
Vaktimiz çok..
İki ruh birbirine sokulurken
Sıcak, ısıtarak
İki beden sevişiyor
Kıvrak, kıvrılarak…

soytarı


Düşsemde uçurumlardan ölmüyorum. Paramparçayım… kayalıklara çarpa çarpa kanamış elim kolum.. dizlerim tutmaz olmuş.. sürünüyorum, bir yılan gibi… belki de bir yılanım gerçekten…hayat karşımda öylece duruyor. Bense hayata karşı dizlerimin üzerine çökmüşüm. Kellemi kesip bir kenara fırlatsın diye bekliyorum. Bir top gibi yuvarlarsın beynimdeki düşünceler kafamla beraber.. kime uzatsam elimi, esir pazarındaki esirlerden oluyorum. Parayla değil sevgiyle satın alınmak üzere ayaklarıma ve kollarıma takılan kelepçelerle ağır aksak yürüyorum. Sonra içimdeki tanrılar, köleler, soytarılar ve çocuklar.. beni seven tanrıma aşık oluyor biliyorum. Aşk tanrısına aşık kuklalar.. oynatmak kolay, ipler elimde… beni isteyen kölelerimi istiyor biliyorum.. kölelerim taşıyor en ağır yükleri, kendi mezarımı bile kölelerim kazıyor, kölelerim doyuruyor içlerinde tüm açlıkları.. benle eğlenen soytarılarımı seviyor biliyorum.. güldüren soytarı, aslında gülerken ağlatan soytarı.. makyajı akmış, yüzyıllık elbisesi üstünde, kirlenmiş, dokunulmuş ve aşağılanmış soytarı… bana sarılan içimdeki çocuğa sarılıyor biliyorum.. evini kaybetmiş kız çocuğunun daha hiç boyanmamış saçlarını okşuyor, rimelsiz kirpikleriyle gözlerine bakıyor, el değmemiş çocuk tenine dokunuyor, hala anne sütü gibi kokan, gözyaşları yeterince tuzlu olmayan, tırnakları törpülenmemiş, uyutulmak için ninniye ihtiyacı olan kız çocuğu… şimdi ne kadar ağlasam da geçmeyecek ki içimdeki acı.. en çok çocuk oldum hep ben, ve sonra da köle.. çocuk köleydim.. tanrım yerin bin kat altında dolaşıyordu. Soytarım beyaza boyadığı yüzüne bir damla gözyaşı çizmeye çalışırken..
Başkalarında kendi acılarımı buluyorum.. gidemiyorum bu yüzden.. gitmek istesem de gidemiyorum… yapraklarını dökmüş bir ağaçta şimdi kalbim.. sonbaharı yaşıyor, yüzyılların yalnızlığını sırtlanmışım, köklerim öylesine gömülmüş ki derinlerine toprağın çıkamıyorum..
En çok içimdeki çocuk korkuyor.. ağlamak nedir biliyor çünkü, ağlatamıyor bu yüzden kimseyi… bir de dilsiz var ruhumun harabelerinde yaşayan.. susuyor sadece.. istese de konuşamıyor.. hem dilsiz hem köle.. körler de var sanıyordum oysaki sımsıkı yummuş gözlerini sadece görmek istemiyorlar.. paramparça ruhum tek bir ağızdan haykırıyor şuan, özgür kalsın ruhum.. bırak.. tüm uzanan eller üstüme, geri çekilsin.. hem iyi hem kötü olabilirim ben. Hem güçsüz hem de güçlü.. ağlarken gülebiliyorum, soytarıyım ya.. hükmedebiliyorum tanrıyım, kendini bile öldürebilen bir tanrı.. köleyim ben, firardayım, kaçıyorum.. çocuğum ben, koşamıyorum ama emekleyebiliyorum.. ihtiyacım yok kimseye aslında.. özgür kalsın ruhum hadi…
Yaşamak denen yolda, lastikleri patlamış, frenleri tutmayan, farları çalışmayan bir araba gibi ilerliyorum. Ters yoldayım, üzerime geliyor karşıdan arabalar, ışıkları gözlerimi kamaştırıyor.. bir yerlere çarpmadan duramayacağım… bırak beni hadi.. keskin virajlardayım, tepetaklak olmak üzereyim.. yanımda oturma… daha yeni öğrendim kullanmayı, güvenli değilim..
Ruhum özgür kalsın.. tanrım sonumu yazmış.. kölelerim patlatmış lastikleri.. yanımdaki koltukta çocukluğum.. durmaksızın ağlıyor.. soytarıyım ben şimdi.. iki yüzüm var benim.. bir yanım ağlıyor bir yanım gülüyor.. perdeler kapanmadan sahneyi terk eden bir soytarı.. ben bir soytarıyım.. soytarı…

11 Aralık 2008 Perşembe



Kibrit kutusunun içindeki bir çöpüm
Yak beni…
Yağmur bulutları tepemizde
Islanacağım yoksa
Deli kavuran güneşe inat
Dans ediyor bulutlar bugün üstümüzde
Hadi acele et!
Yak beni…
Gücüm yetmez
sönerim hemen zaten
ama sen yine de
Yak beni…
ne külümden
ne dumanımdan
korkma sen..
tozum kalmaz
çeker giderim..