25 Eylül 2010 Cumartesi

özel ama özensiz yazı


yazmak için sabırsızlandığımı hissettim az önce. ama ne yazmak istediğimi de hiç bilmiyorum aslında. kafamda kelebekler uçuşuyor sanki, düşüncelerin ömrü bir günlük. ölüyor yenisi doğuyor.

son zamnlarda biraz daha iyiyim. artık kendi kendimi iyileştirmeyi becerebiliyorum sanırım. birisi bana dur demeliydi herzaman durmak için ama artık ben önce duraksıyorum sonra da durmaya karar veriyorum.

iç kontrolümü de sonunda elime aldım. tüm duygularımda kendi tekelimde. eskiden başkasına göre, onun duygusuna, onun hareketine veya onların inanışlarına göre şekil almak zorunda hissediyordum hep kendimi.
kendime sürekli haksızlık yaptığımı düşünüyordum. kendim için haklı olmalıydım.
artık haklıyım.

bazı düşüncelerden sıyrılmak zaman alıyor gerçekten.
hastalıklı olmak dedikleri bu olsa gerek.

öyle hastaymışım ki ya öldürecekmişim kendimi yada bir başkasını.

bir cinnetin herşeyi halledebileceği gibi kısa kriz anlarını atlattım.

rüyalarımdan, güzel olanların cazibesinden sıyrılıp, kabusların iç çekişlerinden de kurtuldum
bir salak rüyanın tüm günümü mahvetmesini de istemiyordum.

istemek lazımmış gerçekten. çok derinden bir istek.
değişim....

herneyse..

sonuçta biraz daha iyiyim şu sıralar.

bu kendimle ilgili verebileceğim en mutlu haber.



ve sonra...

hayatıma giren çıkan insanlar toplulupu. geriye dönüp baktığımda her birine ayrı değerler, hayaller, olmasına inandığım güzellikler yükledim. gerçekten hepsi haketti mi bunları? hayır. hem de hiç haketmedi.
kızıyordum ama belki de olması gerekenler içinde basit ayrıntılardı hepsi.
bazıları dışında....

ama şimdi dönüp baktığımda, "o"na uzanan yolda beni yalnız bırakmayıp eşlik ettikleri için teşekkür edebilirim sadece.
öğrettikleri için.

"o" sizin için "o" benim içinse "ben" demek.
bedeni ruhu varlığı fikri herşeyi bana ait gibi, benden içimden bişi sanki.

bazen doğurduğum çocuğum gibi hissediyorum onu. bu da hastalıklı bişey sanırım.
gözlerine bakıp yanağına dokunduğumda o sevgiyi nasıl da hak ettiğine şaşırıyorum.
hak ettiği kadar iyi sevebiliyormuyım peki?

seviyorum..
kesinlikle buna inanıyorum.

2 sene önce bu günler..
çok güzel günlerdi.

yazmazsam yaşadıklarımı bir yerlere unutacağımdan korkuyorum bazen
ama sonra diyorum ki
"unutmam mümkün mü?"

ya da ben unutsam o unutur mu?

unutmaz..

2 seneyi devirdik.

her anı çok akılda kalıcıydı.

gizli saklı başladığımız, kuytu köşe buluştuğumuz günlerden bugüne gelebilmek hayret verici geliyor bazen.

tımarhaneden kaçtık sanki onunla.
üzerimizdeki tüm ağırlıkları bırakıp da yürüdük.
hafifledik.

yaşadığımız korkulardan sıyrldık, bir hayecanla başladık.

bir bakış ve olabilirlik hikayesiydi bizimkisi.

basit ve sıradan bir kaçamak gibi başladı.
ne ilginç di mi?

o zamanlar birbirimize destek olup bu günlere gelebildiğimiz için çok mutluyum.

benim cesaretim yokken elimden tutmayı başardığı için
ve o düştüğünde arkamı dönmeyip yine kucağımı açtığım için kendime teşekkür ediyorum.

verilebilecek tüm emekleri vermiş olmak, saf olabilmek, dürüst olabilmek.
olduğun gibi olabilmek adına birbirimize izin verdiğimiz için ve en kötü halinde seni ve sen en kötü halimde bile beni sevmekten vazgeçmediğin için teşekkür ederim.

her aşk sınavlardan geçer.
biz en büyüklerinden atlattık.
ama şimdi olduğumz yer...

seninleyim..
benimlesin.

hayatta sahnede çalan o güzel adamla 1 snlik göz buluşmasında aslında "saatler süren sohbetlerin özeti" gibi bir bakışla, ne demek istediğini anlayabilmek..
onun bana tüm hissettiğini bir göz bakışında anlatabilmesi.

ayrı, apayrı bir dili konuşmak onunla.
sadece ikimizin anladığı gibi.

kendimi gerçekten yalnız hissetmiyorum son zamanlarda.
belki de bazı şeylerin çok yeni farkına varabiliyorum..



henüz yeni iyileşiyorum.

bu iyi :))

25 Ağustos 2010 Çarşamba

embriyomuz-fasulye!


Gelelim fasulyenin faydalarına. Evet efendim fasulye. Hem de kurufasulye. Fasulyenin faydalarından bahsedip de “sen fasulyesin” diyerek oyun dışı edilmek çelişkisine. Gaz yapmasıyla ünlü fasülyeye ben buna kısaca yazı boyunca “fasul” dicem, neden sık sık faydalarından mevzu bahsi geçer önemli girizgahlar yapılırken gibi soruları irdeliycem.
Evet fasulye güzel bir besindir ama ben hiç sevmem, bir tek bizim Cerrahpaşa’nın ordaki kuru fasulcüyü seviyorum. Çok içli dışlı değilim, üzerine para verseler belki yerim. Kendisinin çeşit çeşit cinsi var. Seveni de sevmem o derece.
Küçükken sen fasulyedensin diyip yakartop oynarken, 5 taş oynarken veya saklambaç oynarken beni adamdan saymazlardı. Saklanırdım, ebe sobe yapardım, ı-ıh çekil fasul derlerdi.
Şimdi efendim her canlının embriyolojik gelişim aşamalarının başlarında, blastosistti, gastrulaydı falan derken böyle şirin mi şirin fasulyeye benzeyen bir embriyocuk oluşur. Bu insanda da köpekte de fil de de, ne biliyim orangutanda da böyledir. Memeli canlılarda bu aşamalar hemen hemen benzer işler. Memelerimizin olmasının bir sonucudur bu. Ha mesela yunus balığında da böyledir. Neyse örnekleri abartmaya gerek yok, anlaşıldı sonuçta.



Şimdi embriyo denen bu kendi halindeki saf ve şaşkın yaratık, küçüktür küçücüktür. Tek amacı büyümek ve gelişmektir. Kimse elleşmese ona çok iyi olacaktır. Yiyip içip yan gelip yatmaktır amacı, bol bol yeni hücreler, yeni damar ağları, taze nöronlar oluşturarak tek başına yaşayabilecek bir varlık olmaktır hedefi. İş böyle olunca ancak bir ölçüde kendisine faydası vardır, aslında faydasızdır, yesek karnımız doymaz, çöpe atsak yazık olur cinsten. Sanıyorum ki bu fasul benzetmesinin ana sebebi budur. Yani daha sen bir embriyosun defol git önce kendine faydan olsundur. Aslında biyolojik temelli aşağılamalar benzetmelerdir bunlar. Özümüzdeki ilim bilim sevdasının göstergesidir. Eski zamanlardaki kürtajcı teyzelerin ürünüdür belki de kimbilir.
“aa aaa şuncacığa da bak, aynı fasulye gibi hıh” demiştir. Öyle kalmıştır belki de.





İnsanlar olarak benzetecek bir şey bulamadığımızda doğaya, bitkilere, hayvanlara, nesnelere sararız genelikle. Bu da böyle bir şey.
“o kız tam bir yılan”
“ayısın oğlum sen”
“öküz”
Bunlar hayvanlara örneklerdi, besinlere örnek olarak da;
“kaşara bak”
“bir içim su”
“fıstık gibi karı” gibi
Bitkilerden
“evet benim sevgilim bir odun, hem de yontulmamış”
“aha, göte bak kabak gibi”
“bu çocuk tam bir ot, sürekli ders çalışıyor”
Tabiki nesneler de var bunlara ilaveten;
“ben saksı değilim”
“bidon gibi şişmiş”
“kültablası gibisin, iğrenç kokuyosun” şeklinde.
Biz tabiki insanlar olarak mükemmel yaratıklar olduğumuzdan, insanlar dışında evren de bulunan her türlü şeyi aşağılama malzemesi olarak kullanabiliriz. Süper yaratıklarız çünkü. Ağzına bile sışarız şu hayatın.
Fasulyeye bu kadar yersiz benzetme yaptıktan sonra hakkını da yememek için; “eee gelelim kurufasulyenin faydalarına” deriz. Hala diyen varmıdır bunu? Bilmem ki vardır belki.
Efendim, küçücüktür ufacıktır içi dolu turşucuktur ama çok faydalıdır çok, gaz yapar ama bağırsakları çalıştırdığından, florayı dengeler, içindeki protein çok değerlidir, omega yağ asitlerine diyecek yoktur, tok tutar, sıcak tutar diye devam edebiliriz.
Bence biz insan oğlu olarak , düşünen birer hayvan olarak çok sığ sularda geziyoruz. Hayal gücümüz ancak bu kadar. Yıllardır süren fasul geyiğinden de kurtulamamışız. Ne geçmiş elimize.
“hem de kurufasul seni, çık git”demişiz. Aşağılamaya gel. Sonra da gel sev şimdi, nasıl yersin fasul ha? Soruyorum.
“yok ben almıyım, gaz yapıyo da..” almazsın tabiki. Yıllarca en alasını almışsın zaten. Yemiş durmuşsun.
Kurusun sen, için kuru, götün kupkuru mantığıyla durmak yok yola devam demişiz.
Oysaki bu emrriyo denen yapının, çok zeki ve çok işe yarayan hücrecikleri vardır. Kök hücreler. Bu kök hücreleri alırsın beyne koyarsın beyin hücresi olur, alır kalbe koyarsın kalp hücresi olur, karaciğere koyarsın karaciğer olur. Bukalemun gibidir. Her yola gelir. Joker gibidir. Bu kadar mukaddes bir varlığı gidip de bir baklagile benzetmek şaşılacak şey doğrusu.



Klasik türk filmlerimizde çok mutlu bir çift vardı. Kız hamile olduğunu öğrneir hemen ultrasona gider, alır ultrason görüntüsünü sevgilisine gösterir. “bak aşkım, bu bizim fasulyemiz”

Sevinçle sarılırlar.
Hadi o fasülyeyi de adamdan saymayalım. Yokmuş gibi davranalım.
Olur mu olmaz.
Böyle “minicik, ufacık, minminnaş” diye de ekleriz. Bişey minik olunca çok acayip şirin olmak zorundaymış gibi. Yoo hiç de bile değil bana göre.
Ben yavru kedileri çok severim şüphesiz ama hep de içimden büyüyüp kocaman güzel bir kedi olduğunda nasıl görüneceğini düşünüp heyecanlanırdım.
Sevmem öyle minik şeyleri. Kocaman ellerim ve ayaklarım var diye de değil ha. Az buz da değil, benim bu ayaklar var ya, yakında oy kullancaklar o dereceler.
Tabiki hatunun çıtı pıtısı, kedişin minişi, burnun fındığı, göbeğin ayvası derken, böyle yeryüzündeki herşeyin ufalıp cebime giresi geliyor.
Nedir yani? Çözemedim ki? Çözen var mı?
Aslında çözdüm çözdüm de uzun hikaye.
Mesela erkeklerden bahsedelim, kadınlar yanında daha kısa daha minik olacak ki, rahat sahiplenebilsin, kolay koruyabilsin, fiziksel üstünlüğü olsun da egoları okşansın. Erkek olmanın vazifelerini yerine getirirken zorlanmasından. Kadın dövmeye kalmasın mesela kafası bozulursa.
Erkek gibi kadın diye dışlasınlar, homofobik tavırlar içine girsinler. Niye sevmiyosun erkek gibi kadını söyle bakayım yiğidim? Sevgili olmak mı zorundasın, erkeksi tavır neden seni bu kadar rahatsuz etti anlat bakalım?
İşin özü en erkek, en güçlü onlar olsunlar, geri kalan mümkünse minicik kalsın. Sorun değil.
Hepsi birer fasülye olabilir onların dışında.
Konu nerden nereye geldi. Vay anasını. Böyle şeyler söylemek istemem ben aslında. Ama dilim kurusun. Kuru fasülye olsun hatta.
Çok mu serzenişteyim bilemedim. Beni kimse minicik miniminnacık diye sevmedi. Hani minik olamadım büyüdükten sonra. Sadece çocukken fasul düm ben. Büyüyünce kimsenin fasulü olamadım, kimse bahsettmedi faydalarımdan.
Ama ben sevmem fasul söylemiştim. Beni seveni de sevmem ben.
Niye seviyo ki beni, sevecek adam mı kalmadı hayatta yani, hiçç !!

Neyse,
Mevzuyu fazla uzatmıyım burda kapıyım, zaten yine boka sarmış gibi.
Tekrar dönüp okumıycam.
Beğenmezseniz fasulyeden sayın.
Haaa ama
Kurufasulyeden.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

kapı deliği


“Hissettirdiğin tüm güzelliklerin karşılığını verir gibi bir gülümseme” tam da aradığım buyken söylenmişti. Yoksa olabilirmiydi bir bu kadar güzel. Elbette olamazdı.
Doğru zaman, doğru yer ve doğru kişi üçlemesi çok doğru bişeydi. Bir tanesi eksik olsa çember tamamlanamıyordu , ucu açık bir düz çizgi oluyordu, firar ediyordu bişeyler hemen.
Herkes çok mu mutluydu yoksa? Yoksa kimse masaya dirseğini koyarken dirseği kayınca utanmazmıydı? Salak gibi hissetmezlermiydi?
Ya da; tam da yanından çok güzel bir kız veya çok yakışıklı bir erkek geçerken takılıp düşecek gibi olunca hızla uzaklaşmak istemezmiydi, beceriksizliğinden utanıp?
Ayran içerken bıyık olunca dudak üstünde, hamburgerin ketçapı çenesine bulaştığında, olmadık bir yerde olmadık bir yapınca işte ama insanca
Utanmazlarmıydı?
Bir tek ben mi çok gülerdim kendime ve takardım kafama? Bilemiyorum. Uzaktan görünen “karizmatik” görüntünün altındaki gerizekalıya ben mi gülüyoruım bir tek. Avusturalya ile Avusturyayı ömrümün sonuna kadar karıştırmak mı zorundayım mesela?
Utanmam var ama yok benim. Herşeyi itiraf etmeyi seviyorum. Çünkü zayıf yönlerimi bile söylemek bana heyacan veriyor, kendimi daha güçlü hissediyorum. Sayfalarca sürecek bir itirafname yazabilirim.
Biliyorum ki, hatta bilmek de eminim ki bu blogu gizlice okuyup benden nefret etmek için kendine malzemeler toplayan insanlar var. Aa gördün mü bak ben ondan daha şöyleyim böyleyim diye kendilerine motivasyon sağlayan tipler.tüm bu malzemeleri ben veriyorum size. Kendimi mükemmel, sıradışı, burnu kaf dağında bir tip gibi göstermiyorum.
Özellikle anlatıyorum. Bu malzemeleri ben yaratıyorum. Hoşuma gidiyor çünkü. Zevk alıyorum ve keşke demeseymişim dememek için dönüp okumuyorum bile yazdıklarımı.
Biliyorum ki, hayatta herşeyi kendi adıma daha yaşanılası, daha kolay, daha kavgasız ve daha düzgün yaşayabilme, bu duruma sokabilme yeteneğine sahipken bunu tercih etmiyorum. Çünkü kendimi karaktersiz hissedeceğimden korkuyorum.
İçimde belki çok pis bir yalancı var ve ben bu dürüst ve açık olma maskesiyle kendimi rahatlatıyorum.
Kendimle baş ediyorum. Baş edebiliyorum. Başkaları benle baş edemiyor olabilir. Edemiyorlar da. Hani zurnanın zırt dediği delikteyim ben. Okunmak, anlaşılmak, haklı olmanın derdinde değilim.
Herhangi bir şekilde, koşulda, kendimi engelleyip içimden gelmediği gibi davranırsam eve gelip ilk bulduğum iple kendimi tavana asabilirim.
Ve işte bu yüzden son günlerde pek de bişi umrumda değil. Umrumda değil çünkü kendim için buna ihtiyacım var. Mecburiyetten aramam gerekenleri de aramıyorum. Çıkmıyorum istemediğim telefonlara. Görüşmek istemiyorsam görüşmüyorum.
“durum”un öyle daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağıyla ilgilenmiyorum. İlgilendiğim tek şey çıldırmaya az kalmış kendimi dizginlemek.
Yaşamayan bilmez ama yaşasan da belki seninki benimkine benzemez. Ne bileyim buna benzer şeyler.
Anlamaya çalışma. Anla.
Anlamak için sana sayfalarca yazı. Maskemi fırlatıp atmış yazıyorum.
Oku. Gerçekten okursan anlarsın ancak. Gözün değdi diye tüm kelimelere anlayacağını sanma. Olmaz.
Kapı deliiğinden gizlice içeriye bakıp neler olup bittiğini anlamaya çalışan bir çocuk merakındasın. Neler olup bittiğini ve neden böyle olduğunu bilmek istiyorsun sadece.
“noldu?” diyorsun. Ama ben sana her seferinde “ne hissediyorsun?” diye soruyorum.
Hissettiklerin ve hissettirdiklerinle ilgileniyorum. Bu yüzden daha iyi tanıyorum seni. Sen bu yüzden ne yaparsan yap beceremiyorsun belki de.
Yada sen doğruları yaparken ben beceremiyorum. Duyulan aynı şey sanılıyor şöyle bir dinleyince, ama aslında tek bir notasıyla farklı belki de.
Ben sadece o tek notayı arıyorum sende. Bütün hissiyatı değiştirebilecek o tek notayı.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

ödlek

az önce arkadaşımla sohbet ederken yalnızlığı severmiyiz sevmezmiyiz muhabbetine geldik. ben sevmem ama severim gibi ortaya bir karışık sundum. o ısrarla çok sevdiğini söyledi.
kafası ve etrafı sürekli kalabalık tipler vardır, ben onlardan değilim aslında. haftanın ortalama 2 günü bir arkadaşım gelir odamı paylaşırım. genellikle yer yatağında yatarım öyle zamanlarda. çok severim insanların gelip gitmesini. onun dışında çok sosyal değilimdir. hayatım 3-5 kişiyle döner gider. okuldan ordan burdan birileri bişiler yapmak için çağırdığında ise itinayla reddeder, bir bahane uydurur, iş çıkarır gitmem. gidesim gelmez hiç
kendime bir koruma kalkanı çevirmişim. hayatım tıka basa dolu gibi. dışardan gelecek bir kişiye bile yer yok hayatımda. ukalaca bir şey değil bu. hani çok meşgul bir insan olduğumdan da değil. sevgimi ve ilgimi yöneltebileceğim başka birisine yetecek duygulardan yoksunum çünkü.

genellikle çok sevdiğim insanlar bile heyecanla bişiler anlatırken hep bir noktada ilgimi kaybeder ve dinliyormuş gibi yapmaya başlarım. o duygunun içine giremem. konudan uzaklaştıkça uzaklaşırım. ve işte o zamanlarda her zaman yaptığım gibi söylenene ve sorulana uymayan bir cevap veririm.

psikolojiyi hep çok sevmişimdir. bu konuda en yakın arkadaşlarımdan birisi olan bir psikolog arkadaşımın söylediğine göre çok yeteneğim varmış, algılarım çok güçlüymüş ve neredeyse önlisans derecesinde psikoloji bilgisine sahipmişim. sanırım işi kurtarmanın yolu bu. en basit ve güvenilir yolu.

ilgiyi bir noktaya kadar, yani mevzunun ana noktalarını çözene kadar dikkatle dinlemek. her konuda olduğu gibi teferruatlar gelir sonra. öyle dediydi şööle dediydi, ne edeceğimdi ne yapacağımdı. dıydı dıydı...
uzar gider. beyin hücrelerine yazık olur işte o noktadan sonra.

o esnada yalnızlığma seslenirim, şerefsiz gel şuraya kurtar beni diye.
ben yalnızlığı en çok kafam şiştiğinde severim.

dudaklara bakıp, ıssız adaya düşsen yanına alacağın 3 şeyi düşünmek insan psikolojisine daha faydalı olur o vakit.

ben sonuçta pasif bir dinleyiciyim. ve kısır bir yorumcu. öyle de olmam gerekir. fazlası mesleğe girer. ben zaten psikolog değilim.

sıçtığımın biyoloğuyum.

herneyse. gelelim yalnızlık mevzusuna.
benim yalnızlık anlayışım bir kestirme aralığıdır.
yalnız kalmak isteyerek uyur, 5 dk şekerleme yaparım ve uyandığımda yalnız kalmanın bana hiç mi hiç yaramayacağına kanaat getiririm.
hayallere dalarım iki dakkada.

acaba hiç yalnız kalamadığımdanmıdır nedir çok özeniyorum zaman zaman şöyle tek başıma alayım başımı gideyim anasının nikahına da rahatlıyım.
ama biliyorum batmaya başyacacak.

genellikle artislik yapıp çekip gittiğimde bile genellikle bir sahil kenarına giderim, ordan geçen insanlara bakarım.
kalabalığın içindeki yalnızlık geyiği gelir gösterir boynuzlarını, dur lan noluyo, sokcanmı napcan dön evine derim kendime.

hayatını odasında ve sıklıkla yatağının içinde geçiren bir kişi söylüyor bunları. kucağımda bilgisarayım (teşekkürler atz'm) kulağımda mp3 playerım (teşekkürler atz'm)
elimde kitabım (ve yine teşekkürler atz'm) ...
böyle çıkmamı gerektirecek bir durum olmaz.

mutlu olurum kendi kendime.
ama bilirim ki kafam bozulduğunda, içim sıkıldığında bana evini ve kucağını açacak çok güzel insanlar var hayatımda.

bu güvenceyi silip atamam yalnız kalmak istiyorum diyerek.
benim yalnızlığım 2 tren istasyonu mesafesi, 2 mesaj aralığı, 2 öpücük arası...

yalnız kalmaktan korkmayan varmıdır. herkes gençken bişeyleri ispat etmek uğruna, yalnız da ayağa kalkabilrim, tek başıma yaşayabilirim demek için denemelerde veya arzularda bulunmuştur.
belki ufak atarlarsa civcivler yiyebilir o ayrı mesele.
ama insan kendisini 70 yaşında tek başına bir evde kendisine su verecek birisi bile olmadan yaşadığını düşünse bunu istemez bence.
maalesef ki yalnızlıklar yalnızlıkları doğuruyor.
hayattan bir kere kopmaya başlayınca gerisi gerçekten geliyormuş.
ben şu sıralar buna benzer bir hayat içersindeyim.

kaybettiğim güvenimi tazelemek için insanlara ihtiyaç duyarken, acaba bir yerde yine beni incitiecek bişey çıkıp da daha beter olurmuyum korkusuyla tek başıma kalmayı tercih ediyorum.

eğer istediğimde etrafımdan uzaklaştıramıyorsam onları kovarak yapıyorum bunu.
kalp kırarak inciterek nefret ettirerek.

itiraf ediyorum.

bazen istediklerimiz olmayınca bazı eski yöntemlere başvurmak gerekebiliyor.
hepsini deniyorum teker teker.
çızık atıyorum kara tahtama.
olmadı yemedi diye.

şu sıralar en çok zevk alığım şey, fotoğraflara bakmak.
herhangi bir kelime yazıp google da görsellerden aramak. çok acayip heyecan duyuyorum nedense.
manyak gibi saatlerce bişeylere bakabilrim.
kimi zaman bir surat kimi zaman bir manzara veya eşya oluyor..

hayatımdaki tüm insanları ve sorumlulukları unutuyorum.
yalnız kalmanın mutluluğunu yaşıyoroum.
sıcak ekmek üzerine fıstık ezmesi sürme mutluluğu bu.

sevgilim bana "artissin sen, böyle bi havalısın" diyor.

oysa anlatamıyorum ki artislikten değil o.
amaçsız bir davranma şekli.
öyle davranırsam böyle şöyle sonuçları olur ne güzel koyayım tavrımı düşüncesi hiç değil.

çekip gidiyormuşum..

aslında durum mütemadiyen şöyle oluyor ki.
sinir anında uzaklaşmak yalnız kalmak iyi geliyor, çünkü yanında kalsam araya daha büyük mesafeler gidecek, şu çenemi tutamıycam, itinayla içine edicem..

yani artizzzz değilimdir.

hatta aksine sevdiğim ne varsa gün boyu cebimde taşıyıp, ara sıra kontrol etmek isterim ordalar mı diye.
bağlanma korkum var ama deli gibi bağlanıyorum. güven problemlerim var, güvenmek istiyorum ama güvenmememi haklı çıkartabilecek detayları görüyorum, belki de sadece onları görmek istiyorum.

terkedilme korkum var bir de. hayatıma şu güne kadar kim girdiyse işler boka sardı, dön baba döndü, don lastiği oldu uzadı, kabak tadı verdi.
o korku, yalnız kalma, sevilmeme, terkedilme korkusu öyle bir baskın ki ben böyle bir şey başıma gelmeden, gelme ihtimali bile olmasa, karşımdaki beni çok sevse mesela, hiç bir anlam ifade etmeyip, terk etmek istiyorum.
çünkü bu korkuyla baş edemiyorum.

sosyal fobik olma yolunda da emin adımlarda ilerliyorum tüm bunlar olurken bir yandan da öz hakiki borderline olmanın örüntüsünde örüldükçe örülüyorum.

ben çok yaşayayım ha.

ne korku dolu bir hayatım var.
ben neye isyan ediyorum ki utanmadan bir de.
gelip bana isyan edenler çok haklı.

neyse neyse..

arada bir inler cinler tepeme üşüşse de, sinirli saldırgan tavırlar sergilesem de, hepsi belkide insanları kırmamak için çok fazla şey biriktirmiş olmanın sonucu. o kadar çok yükleme oluyor ki, 1 damlada taşıp milleti afallatıyorum. büyük, küçük, genç, yaşlı, doktor, hoca eş dost demeden hönkürebiliyorum.

beni de seven böyle seviyor.
belkide sadece bunun için seviyorlar.
çünkü bilenler biliyor ki ben aslında onları kaybetmekten çok korktuğum için böyleyim.

ama utanmıyourm.
hayatta herkesin çeşitli korkuları var.
bize okulda adli davranış bilimlerinde öğretilen "kendini inek zanneden maço kurbağa" mevzusu var mesela.
ne kadar ezik ve eciş bücüş olduğunun farkında olmadan, aslında korkularına ve güvensizliklere kurban edilmiş ama bir taraftan da şişirilmiş egolarıyla etrafta gezinen psikopat tipler.


ben en azından böyle değilim.

alın size benden samimi itiraflar.
bikaç sene önce kendimle yüzleşemezdim.
tüm hayatımı ve hayallerimi içimdeki güvensizliğin ve korkuların yönettiğini söyleyemezdim.
yaptığım herşein haklı olduğunu savunurdum.

ben hep en iyisini yapardım da hayat boktan olurdu.
ne de güzel mazlum olurdum sıyrılırıdm.
oysaki insanım.
yapacak birşey yok.
bende kıskanıyorum, deliriyorum, korkuyorum.
çok aşık olduğumu bile söyleyemezdim.
söyleyebiliyorum.

gece it gibi korkudan yatağında titireyip de sabah insanlara mışıl mışıl uyudum demiyorum.

duygularımla yaşamak istiyorum.
zaten mantık denen şeyin ne boka yaradığını da anlamadım arkadaş.
ben o mereti kullanamıyorum.

sonuçta bunu okuyan beni tanımayan kişiler
siz şuan bu satırları yazan kişiyi daha iyi tanıyorsunuz.
ve ben kendimle gurur duyuyorum herzaman.

yani ben

yalnızlıktan korkan bir ödleğim.

bunu bilebiliyorum.

yaşasın!

20 Ağustos 2010 Cuma

KADIN

herşey sessizliğin bozulmasıyla başladı..

ilk sözcük dile düşmüştü bir kere.
ama sonra
sustu...
ve asla konuşmadı..
......................................



sabah uyandığında herşeyin bir kabus olduğunu anladığında derin bir nefes aldı. dünyanın bir diğer ucunda, kimsenin tanımadığı bir yerdeydi. bu muntazam sessizliği bozacak bir kapı gıcırtısı bile yoktu.insan böyle bir sessizlikte bir sivrisineğin vızıltısına bile ihtiyaç duyabilirdi. zaman durmuş gibiydi.
rüyalarında defalarca gördüğü yerdeydi artık. şu filmlerdeki bilinçli rüyalardan mı yaşıyordu yoksa?
hayır gerçekti, pencereyi açınca dalgaların sesini duyabildi en sonunda. dalgalar yengeçleri sahile vurmuştu. onlarda tekrar denize doğru gitmeye çalışıyordu. burdaki tek hareket buydu sanırım..

mutluydu. olmak istediği yerde ve olmak istediği andaydı sonunda.


kimsesizlikteydi.



bir insan yalnızlıktan bu kadar korkarken nasıl bile bile bunu seçebilir ki diye düşündü?
deli miydi?

yoksa yeni başlamıştı delirmeye?
belki de bunlar henüz hiç birşeydi...

hayatını insanları mutlu etmek için harcamıştı. ama başaramamıştı.
gemiyi ilk terkeden fareler gibi kaçıp kurtulmuştu.
şimdi uzaklarda olanların yasını da tutumuyordu.
huzurluydu. belki de huzur özgür olmaktı...




işte böyle bir anda ölmek istiyorum. bu anı tekrar yaşayamayacaksam şuracıkta ölmek istiyorum diyordu.

-seslerden, araba gürültüsünden, tartışmalar ve tehtidlerden, parasızlıktan, yalanlardan herşeyden ama herşeyden uzakta arınmak istiyorum...


hapishaneden çıkmış gibiydi, suçunu bilmeden harcadığı yılların karşılığı şimdi bu hapishanenin kapısından çıktığında karşısında duran yabancı dünyaydı.

bir yabancıyla konuşmak daha kolaydı hep.

orda durup ona bakan adama gitti.
tıpki hayalindeki gibi.

elini tuttu.
konuşmadı ve birlikte gittiler...



terkedilse de önemli değildi ki.
hiç bir terkediliş bu kadar memnun edemezdi bir insanı.
hiç bir ölüm böylesine cezbedici olamazdı.

gözleri hiç görmemiş bir adamın
bir körün gözündeki güzelliktim ben.
yoktum yani.
hiç olmamıştım olmayacaktım.
ben ancak onun hayalindekiydim. ötesi yoktu.

o ışığı arıyordu ama ışığın neye benzediğini bile bilmiyordu.
tıpkı benim gibi.

görmüyordu ama yolları iyi biliyordu.
gereksiz iltifatlara boğmayacaktı belki beni.
en güzeli de buydu.
küçüldükçe küçülmek zorunda kalmayacaktım.

o kördü ben de suçlu.
eşittik.

kör olmak onun suçu değildi
ve ben de
neden suçlu olduğumu bilmiyordum.

birlikte yürüdük.

tek oda bir eve geldik.
bana teşekkür etti.
yolda yürürken önüne çıkacak kaldırımları
durması gerektiği yeri
veya adımlarını hızlandırmasını söyledim.

görmeyenin gözleri olmak nasıl da güzeldi.


evine girdiğimde anladım aslında bütün güzelliklerin anlamsızlığını.

bir kör için güzellik rahatlıktı sadece.
benim yanımda rahat olduğu için onun en güzeli bendim.

yıllarca onun yanında kalmak için dua ettim.

o sadece teşekkür edip kapıyı kapattı...


dışarda kaldım...

sürgüne yollanmak böyle birşey olsa gerek.
tutsaklıkla cezalandırılmak.

ben kendi bedenime ve hayatıma mahkum olmuştum..
değeri olmayan bu bedeni satarak.
tüm geçmişimden kurtularak işte burdayım.

hayat bana borcunu hiç ödemedi. bu yüzden sattım kendimi.
değeri olmayan bu bedene dokunmaları incitmedi beni.

şimdi bu sessizlikte mutluyum.

bu otel odasında..
gözlerimi kapattığımda

yıllardır hayalini kurduğum yerdeyim..

dünyanın bir diğer ucunda, kimsenin tanımadığı bir yerdeyim..

yani
hiçbiryerde..





(bana tüm bu dünyayı vaad eden kendim adına..)

19 Ağustos 2010 Perşembe

kapı


.......

oysa bilmez ki her mutluluğa gizlice ismini fısıldadığımı,
çok güzel bir ana şahit olduğunda yalnız olduğun için üzülmek gibi,
ahh keşke sen de olsaydın...

kedinin önüne bir yumak atar gibi atardın mutluluğu önüme
ben koşa koşa gelirdim arkandan.

ağzım yüzüm tüy tüy olana dek ısırırdım mutluluğu
peşinden giderdim hep.

her kapının ardı ıssız bir asansör boşluğu
katlarca düşeceğim uğursuz rakamlarca yuvarlanarak..

oysa kitapta yazardı ki:
"sormazdın yüreğimde suçlumuyun diye, seni sevdiğimi bilirdim, bu da sana yeterdi" kendi özneme çevirince..
shakespeare anlatırdı o zaman ben susardım.


o konuştukça ben o olurdum
gözümün önünde yıllar aralanırdı..
bir kapı açardı bana
ne zaman ardına baksam uğursuz bir asansör boşluğu olurdun

düşerdim..

17 Ağustos 2010 Salı

eski solcular liboş oldu adamım, sen de değiş



hey gidi hayat!
işimiz var seninle, geniş ailedeki isyankar ergen gibiyim.
"yau arkadaş ya, isyan edesim geldi" modundayım.
herneyse.

hayatta söylenebilecek onca güzel söz varken, kurulabilecek sayısız güzel cümle, bu bana attığın kazığındır ki, ben hep en kötü kelimelerin kombinasyonlarına mahkum bırakılmışım.

sevgi sözcüklerinin karşısında, az önce 150 kiloluk bir adam tuvaletten çıkmış da ben de arkasından girmek zorunda kalmışım surat ifadesinde bakmışım.
bu tam bir mallık.
sorunları çözebilmek için konuşacak gücü değil de her seferinde aynı artislikle çekip gidebilecek cahil cesaretini vermişsin hediye olarak.

farkediyorum ki bir cümleyle başlayıp alakası olmayan başka bir şey anlatıyorum bazen.
ucunu kaçırıyorum sanki.
"ulan az önce ne diyordum ki ben" şaşkınlığıyla toparlamaya çalışıyourm mütemadiyen.

gün içinde 2 kavga edene 1 tanesi bedava promosyonuna kapılmışım. bedavacı zihniyet bu belki, beleşçi ruh halimden sıyrılamammışım.

extraları cazip gelmiş ne kadar pislik varsa, bulaşmış sanki.

"ama ben böyle değildim" serzenişi de bir yere kadar yiyecek.
değiş azıcık.
adam ol.
insan ol.

ben elmanın mayhoşunu seviyorum peki ya sen?
sen de mi öyle
hıhı evet mayhoş elma sevmeliyiz.

aaa anlaşıyomuyuz lan sanki azcık?
şaşırdım doğrusu...

du bakiim bi de yakından bakiim şöyle gözlerimi dibine kadar sokup
aaa seviyo hakkaten

beni mi seviyo???

yok yok seviyor da olamaz ki

kim sever beni?


ya abicim kurallar basit
seviyosa seviyodur
e sen sevmiyomusun?

salakmısın?
tabiki çok seviyorum! ama
ama
ama
onun sevgisi garibime gidiyo.

2 senedir terkedilmedin diye götün kalkmasın
suratına 2 tokatı yapıştırsaydı bak nasıl köpek olurdun.

evet evet haklısın
iyilikten maraz doğarmış

ben anladım seni dostum.
senin problemin kendinde.

napmalı ne etmeli hacuuu diye seslenseydin ya azcık şööle uzaktan permutasyonuna kurban olduğum

dostsan sen sarssaydın ya beni kendime geleyim diye modüler aritmetiğim.
tıktı tıkır işleyen zekana tüküreyim olmaz olsun senin gibi dost.

bak bak yine sinirlendi.
senin sorunun ne biliyomusun dostum
kendini nuhun gemisinin kaptanı sanıyorsun.
tüm nimetlerden faydalanasın ama
gizemli kalasın var.




çok ünlü olmak isteyip de selülitlerini magazincilerden saklamak istemiyorsun.
e o koca poponu görünce napıcaklar herşey yerle yeksan olmayacak mı?
flaş flaş şok şok haberlerde gösterilmeyecek mi popon ayrıntılarıyla?
eee

lahana turşusunu mu çok seviyrsun perhizdeyken.

senin tüm tezatlığına kulak çubuğu sokayım, beynine kadar karıştırıp ayalımmı pisliğini
istermisin?


istemem mi! hem de nasıl nasıl!

öncelikle şu saçmasapanşeyleri yazmayı bırakacaksın
"aa çok güzel fikir geldi" demiştin ya dün.
hani insan gibi bişi yazmaya başlamıştın gerisini getirecektin

istikrarlı olacaksın
tuttuğunu kopartacaksın ama her tuttuğunu değil
sonracığıma efendim

en büyük zevkin apaçi stayla fotoğraflarına bakıp facebooktan gülmeyeceksin.
daha karizmatik bir espri anlayışı oluşturacaksın kendine.
ismini kimsenin bilmediği adamları takip edeceksin
çok kişiyi tanıyacaksın.
sözlerini "şekerim" diyerek bitireceksin.

daha fazla mühendislik harikaları dev binaları izlemeyeceksin ve köpeklere fısıldayan adamı da.
olur olmadık yerde "aaaa adam var ya tvde köpekleri ne biçimde eğitiyo ha" muhabbetini bırakacaksın.

sen de herkes gibi sabah patatesli börek yemek yerine salatalık domates tercih edeceksin.

içki içeceksin. "ver bi kadeh daha eski içicilerden kim kaldı" diyeceksin.

sarhoş değilim muhabbeti yapacaksın hakkını vererek.

kendi kendini çektiğin facebook profil fotosu hazırlıycaksın acilen. bikinili, mini etekli, gezmeli tozmalı fotolar da ekliceksin hemen acilen.
herkes gibi olmanın formülü bu.





herkes gibi olmazsan dışlanırsın dostum.

her attığın adımda ikincisini, her söylediğin cümlede bir sonrakini düşüneceksin.
spontane yaşayamazsın ki
nereye kadar!

kurur yoksa bu değirmenin suyu, eşşeğin kulağına karpuz suyu kaçırmak zorunda kalırsın.

değişmen lazım dostum
acilen
hem de çok acil!

vitamini kabuğunda diye katur kutur yemeyeceksin şu hıyarları

insan olcaksın.

kendini en derinden eleştireceksin bir de

tıpkı sana yaptığım gibi şimdi.


aslında senin sorunun benim dostum.

senin sorunun benle
yani kendinle.

hadi azcık uyuyım
kalkınca devam ederiz.

"şekerim"

15 Ağustos 2010 Pazar

havada kaldım şahitlerim var!


düşmanını uzakta arama.
ilk düşmanın kendinsin zaten. önce kendinden kork.
sonra en çok kendine güven.
sadece kendine hatta.

yoldan geçen tinerciden, yan apartmandaki ayyaştan veya belinde silahlı adamdan korkma.
işi yok seninle.
derdi yok.
düşman önce kendinde sonra en yakınında.
unutma!

bir cinayettte ilk önce aileden sorgulamaya başlanmasının sebebi bu.
cinayetler hep kendi içimizde.
sakınıp sakladığımız düzenimizin en dibinde en içinde.

biz kendi soyumuza düşman yaratıklarız.
öldürmeye programlıyız.
televizyonda pitbulllar için katil köpek demeleri ne acı.
ben sofrada elimde bıçakla bir katilim
hem de çok güzel yapabilirim bunu.

kusursuz cinayetin peşinde değilim ki zaten.
hiç birşey kusursuz değildi.
bu da olmayıversin.

en çok acı veren hep en yakınımdaki.
tüm yalanlar onların dudaklarından dökülüyor.
en büyük korkularımın sebebi onlar.

bir deprem olacak ve ben bu küçük kavanozda kaybolacağım.
duvarlar üzerime yıkılacak
etim ezilecek.
son nefesimde molozların tozları dolduracak ciğerlerimi.
ana rahmindeymiş gibi huzurlu
duyduğum seslere anlam veremez beklicem.
belki çok hızlı olacak
kafatasım çatlarken duyacağım beynimin en derininde sesini
veya yastığım kapatacak yüzümü
nemli bir nefes alıp vermeye çalışacağım.
evim...
yuvam.

ölümüm olacak belki.

en yakımından korkuyorum.





salak değilim.
biliyorum
yalanları

hayatta hiç bir zaman salak olmadım ben.
salak rolü oynamak da istemedim ama
hayat çekilmez oldu o zaman.

ve şimdi o kadar çekilmezki.

küçük bir çocuk olup yatağıma işemek istiyorum.
elimde donumla bahçeye fırlamak hatta.

"havada kaldım şahitlerim var" diyen adamın hayal dünyası gibi zengin bir zihin sofrasında, elimde donumla koşmak istiyorum.

kayıtsız bakan gözlerde anlam aramaya çalışmadan.

bir ağacın kenarına gidip yine yeni doğum yapmış kedilerin memelerini sopayla dürtmek istiyorum.
hoşuna giderdi kedinin kaldırıp kafasını bakardı ve içinden "insanoğlu garip " derdi belki.

zorla tarhana çorbası içirmek istiyorum yine oyuncak bebeklerime.

hiç konuşmayan, ağlamayan ve asla karanlıktan korkmayan kız çocuğu olmak istiyorum tekrar.
benjamin button hikayesinde annemin içinde yaşlanmak istiyorum.

ben sevmiyorum bu dünyayı.

sahte geliyor herşey.

sormuyorum sana suçlumsun diye
veya ben suçlumuyum senin gözünde

önemi yok

hücrelerimin içine girip
paramparça etmek tüm kromozomlarımı
genlerimi çıkartmakistiyorum
hastalıklı

en bulaşıcı hastalık bence bu

ben istemedim bu çocuk olmayı.

hayatta hep
"çok zeki ama tembel, çalışırsa başarır" olmayı


benden, içimden, hücrelerimden, sahip olduğum herşeyden
al sana ait herşeyi ve çek git.

senin yüzünden
kendimden nefret ediyorum ben.



çalabalarsam başarırım.

sadece biraz tembelim ya ben..

10 Ağustos 2010 Salı

gözümde düşüyor herşey. tıpkı gözyaşı gibi. yere düşüyor buhar oluyor lekesiz izsiz çekip gidiyor duygular.

hem en sevdiğim hem en nefret ettiğim.
taptığım ve baş kaldırdığım.

en şekilsiz ve en sert olanı.
vurunca okşayan, tokatı kanatan bir şey.

çelişkisin.
başlı başına bir çelişki!

üçgen, kare ve dikdörtgen suratlar.
yıldızdan gülümsemeler.
bunların hepsi sana ait.

tüm bu "yuvarlağın köşeleri"
köşe kapmaca oynadığım yer.

bir mahzen ve bin yıllık şarap.

sarhoşlukmuydun?

öyle mi özledim seni?

bu yüzden mi damağımda içki tadı yerli yersiz

ve bir intihar mektubu bu kadar mı klişe olur
bu duygular yüzünden mi?

sen okurken ben çoktan gitmiş mi olacağım
yoksa suya mı yazayım?

akar mı su hep

durulur mu?


sevmek eyleminin etken ve edilgenleri,
eylemsizliği
hızı, gücü, miktarı,
bilip bilinmeyen fizik kurallarına aykırı

bu doğada hiç olmaması gereken bir mutasyon,

gen değişimi, hiç olmaması gereken yerde.
bende..

içimde bir zehir.
sen panzehir.

aşkın bal damlayan kavanoz kapağı.

dilimle sıyırsaydım da tadına varsaydım.
istediğim gibi.
istediğim yerde.
özgürce.

hürriyetim sendeyken senin uğruna bu ıssız ada.

yanımda 3 şey.

sen
ben
biz.

1 Ağustos 2010 Pazar

şaşırırdım hayatından vazgeçen insanlara. hani herşeyi silip atabilecek kadar hüzne boğulabilmelerine inanamazdım. insan o noktaya gelebilirmiş. sayısız kere gidip geldim, her seferinde bu sefer değil dedim. şimdi olmaz. geleceğimi merak ediyorum. ilerde nasıl bir hayatım olacağını merak ederdim hep. çok sevilecekmiyim? iyi bir işim olacak mı? ailem kavga etmeyi bırakıp da mutlu olacaklar mı? çocuğum olacak mı? hep yapmak istediklerimi gerçekleştirebilecekmiyim* mesela bir enstrüman çalabilecek veya bir kitap çıkartabilecekmiyim?

sadece meraktan geri dönmüşümdür hep ben.

şimdi merak da etmiyorum. halamın kaderini yaşamaya mahkum edilmişim. ben gitsem geri kalanlardan çıkacak tüm bu acı.
onları acıtacak.
yine tüm günahlar sırtıma yüklenecek.

ben sadece kendime ait bir hayat istedim.
beni dünyaya getirme kararı verdikleri için tüm diğer kararların da kendillerine ait olduklarını düşündüler.

ben hayatımda 2 gün üst üste mutlu olduğumu hatırlamıyorum hiç.

ağlamadan geçirdiğim 1 haftam bile yok şu hayatta.

yaşlanmış hissediyorum.
doktora ihtiyacım var.

çok...

1 Temmuz 2010 Perşembe

"eylül akşamı" şarkısıydı..
buldum..
böyle bombok uyanmak ne garip. rüyayı bile hatırlamazken.
ne gördüm bilmiyorum.

28 Haziran 2010 Pazartesi

deliriyormuyum?


şimdi artık heryerde harekete duyarlı aydınlatmalar var. bizim apartmandada öyle. eskiden ışık sönerdi gece apartmana merdivenle inerken, strese girerdim, arkadamdaki görünmeyen gizli güçlerden kaçarak basardım ışığa yanardı, ohh çekerdim.
şimdi elini kolunu sallaya sallaya ilerliyosun.

garip bir alışkanlık.
bir de şu restorantlarda falan olan sensörlü musluklar, sabunluklar var. elini uzatıyosun akıyo... mis gibi..
zaten yürüyen merdivenler var..

garip alışkanlıklar.

gece tuvalete kalktım, uyku sersemi karanlıkta yürümeye çalışıyorum, ışığın yanmasını bekledim nedense. sonradan evde olduğumu farkettim.
ne garip
içimde salak bir öfke oluştu.
ulan ışık yansana diye..

ne kolaycı yaşıyoruz dimi ganka diye muhabbet etmek isterdim olsaydı yanımda kimse.

hayatlarımız da mı öyle oldu?
benimki sanki öyle.
bir hareket yokken yanmıyorum akmıyorum, kıpırtısızım karanlııktayım sanki.

kendini temizliğe, yemek yapmaya veren ev kadınlarını anlıyorum.

herkes beklenti içinede aslında.
aynı ritmdeki bir şarkı, aynı frekanstaki bir ses, etrafımda benden 3er 5er tane varmış hissi.
hep aynı benlik üçlemesi.

9-8lik göbek havası..

hep ille de roman olmalar içindeyim..

konu nerden nereye geldi, haklısınız.

zaten ben hep sizin haklılığınıız kanıtlamaya çalışıyorum.
benim görevim bu.
ilahi adaletin benim üzerimden işlemesi bu.

ilahi adalet varsa bir yerde, bende ordayım.

nasıl mı?

sevdiğiniz çocuk benden mi hoşlandı?

tüm kara büyüler, beddualar, küfürler geldi çattı başıma.

o kadar hınçla sölediniz ki, allah baba kabul etti.
benim de firdevs hanım gibi ağzım gözüm yamuldu.
al sana ilahi adalet.

çok parlak başlayan üniversite hayatımın nazara gelmesi de buna örnektir.

tüm yaşıtlarım eblek eblek kıçlarını yayarken çalışan ben, annelerin medari iftiharı bendeniz, göze geldim, söze geldim.

işsizim güçsüzüm.

iş görüşmelerim iç güveysilerin yandan yemiş iki seksen uzanmış hallerine benziyo,
girip çıkıyorum,
ha beni istemiyorlar da değil.

iyi para teklif ettiler geçenlerde
ama kabul etmedim.
valla lan.

dedim ki yok bebeğim sen bana göre değilsin.

analize gelemem hele ki psikanalize hiç gelemem dedim.
aldım sigaramı gittim.

neyse konu iyice karıştı.

acaba çok fazla okuduğum bilimkurgulardan mı, polisiyelerden mi yoksa artık okumaktan usandığım csi derslerden mi bilmiyorum. güzel değişik rüyalarım var.






dün gece ki rüyamda, kedimi gördüm.
kedilerin dilleri tırtıklıdır bööle diken gibi, elinizi yaladığında anlarsınız.

hatta bakın resme aşağıya da koydum bi tane




benim kedim gibi gelip sizin kaşlarınızı falan yalıyosa daha iyi bi anlarsınzı neyse,

hah nerde kalmıştım

rüyamda kedi mamasıydım.
aslında önce coca cola satan bir büfem vardı, taksimde bir büfedeydim, bir kedi vardı çok şişman büfenin kenarına geliyodu, ondan sonra nasıl olduysa kedi maması oldum.

kedi büyüdü büyüdü kocaman oldu ben minicik kaldım.
alis harikalar diyarında gibiydi resmen.

sonra kedi beni yedi. ağzına aldı yani. bende dilindeki dikensi yapılara tutunuyordum.yutamıyordu.
sonra orda film koptu, ben birden bir uçağa yetişmeye çalıştım
baktım herkes orda.
arkadaşlarım falan, benim "lady rosen red" de orda bebeğim.

arıyo gelsene kızım diyo. oki geliyorum diyorum yetişemiyorum.
rüyamda çok çişim gelmiş tuvalet kuyruğundayım, ordan koştura koştura uçağa biniyorum.
uçak hareket etmiş kalkıyo.
önününe geçip durun diyorum ellerimi kollarımı sallıyorum.
duruyo :)

atlıyorum hemen, aaa heryer dolu tıklım tıklım benim rosen red güzeli de elinde kahva fincanı, içinde fırçalar koltukların arkasına resim çiziyo.

"nasıl gidiyo senin tablolar?" diye soruyo.
(dün tel.de aynı şekilde sormuştu)

"kem küm" diyorum, "şu sıralar pek içimden gelmedi" diyorum

derken efendim, nasıl oluyosa bizim indiğimiz yerde uçakta beni yemeye çalışan dev anası kedilerden bir sürüsü var.
ödüm kopuyor böyle.
altıma ediciim.

sonra aralarına kıstırmışlar benim oğlumu (ismi poyraz olan kedim)tıslıyolar.

kurtarmaya çalışıyorum. yaklaşamıyorum.
sonra dev bir ayak geliyor oğlumun üzerine basıyor.

kalkıyo sonra o dev ayak yerden ve oğlum yok olmuş.

ölmüş heralde..

sonradan anlıyorum ki melek olmuş.

uçakla dönüyorum ağlıyorum.
uçağın yanında uçuyo pencereden bakıyorum.

çok feci ağlamaya başlıyorum.
uyanıyorum hemen.

koşa koşa kedime bakmaya iniyorum.

daha gece, hemen tuvalete gidiyim diyorum önce,
yürüyorum yanmıyo anasını sattığımın lambarı.

alışmışım yürüyünce yanmasına..

küfrediyorum...
basıyorum ışığa, yanıyo, işimi halledip hemen alıyorum anahtarı açıyorum kapıyı.
şak diye yanıyo apartmanın ışığı,
ohh e hayat diyorum.

asansöre biniyorum,kapısı açılınca ışık yanıyo, apartmanın içinde her gece her daim yanan ışık da var ( e zaten her daim demek bu demek)
arıyorum kedimi bahçede bulamıyorum.

tüm komşular pisi pisilerimi dinliyo.

yok yok yok..
deli oluyorum..


(bu da ben ve kedimin resmi)


neyse sabah 4 fasıl indim çıktım bulamadım.
ve nihayet öğlene doğru bulmayı başardım.

aldım kucağıma sevdim sevdim
konuştum bi yandan.
"öldün zannetim, rüyamda gördüm seni" dedim.

anlattım rüyamı dinledi.
sütünü içiyodu ben anlatırken, bır bır konuşuyodum kedimle (hep konuşurum)
ben arada susunca kafasını akldırıp bakıyo resmen.

ee çok heyecanlı devam devam der gibi..

kavuştum oğluma da..

günüme kıpırtıyla başladım bölelikle.

anlatacak ne çok şeyim varmış meğersem.

geçen gün manitayla izliyoruz, bir adama hiç kayboldunuz mu diye soruyolar adam hayat hikayesini anlatıyo..

aynı ona benzedim..

deliriyomuyum ne?

biri bana doğruyu söylesin ...

23 Haziran 2010 Çarşamba

U-Dönüşü


başınızı döndürecek bir proje haberi vereyim hepinize

U-Dönüşü!

rock müziğe taze kan geldi baylar bayanlar!! :))

bu projede kimler yok ki, alın buyrun inceleyin

U-Dönüşü

şeytan nerde?


şeytan taşlama..
günah çıkartma..

eteğimdeki taşları silkeledim
cebimdekileri de attım..
elimdeki taşı da atıyorum.
yuvarlandı yuvarlandı.
geldi ayaklarımın ucunda durdu.

şeytan bende mi?

bumerang etkisi..
etrafım doldu

taş..
toz toprak..

şeytan bende olmalı.

gözlerimde
kulaklarımda
ellerimde
beynimde..

içimde...

evet evet böyle olmalı..

zihnimde hastalıklı bir yer var.
ulaşamadım oraya
çözemedim
iyileştiremedim..

benim dışımdaki herkes haklı rahip bey
en haklı da sizsiniz.

inançlarımız farklı gibi görünüyor.
ama...
içimdeki şeytana rağmen aynıyız.

özümüz bir..

beni belki anlarsın..

"şeytan taşla" dediğinizi duydum..

peki..

tüm taşlarımı bıraktım.....

size.

gelin beni taşlayın.
çünkü şeytan bende...

22 Haziran 2010 Salı

ankaranın kırosuyum ama mutluyum


elime bir film alıyorum izleyip izlemediğimi bir türlü hatırlayamıyorum. başını hayal meyal hatırlayıp da sonunu bir türlü anımsayamadığım bir film bu. e olay zaten sonunda di mi sonuçta? izlesem başları can sıkcı, aynı şeyler, bilindik diyaloglar olacak.
ama sonu için değer mi?
hmm peki o da bir türk filmi "klişe"lerinden ise?
nolacak ki? fakir ama gururlu bir genç kız mutlu olacak en sonunda,
çatal kaşık tutumasını mı öğrenecek
iyi giyinecek
iyi konuşacak
türlü türlü yenilikler katacak kendine..

adam farkedecek elbet..
aşık olacak..

kendisine layık olacak.
türkan şorayın en türkan şoray olduğu
en göz süzdüğü film olacak.

"güzel olduğu kadar da küstah" olacak.

erkekler sever hem güzel hem de küstah olanları.
süs biberleri hep sevilmiştir.
acıdır yakar ama taşıması güzeldir.
herkes tadamaz onları bi kere..

neyse bizim türkan yüz vermez ediz hun'a,
intikam soğuk yenen bir yemektir ya
yemek iyice soğusun diye sinsi sinsi bekler bir kenardan
şuhh bir kahkaha da patlatır.

olmuştur o.

hanımefendidir.
ayıp yanlış bişi yapmaz.
yapsa da yakışır. kapris denir.
bizimki biraz huysuz denir.

neyse bizim ediz kaptırır kendini iyice.
o eskiden sevdiği fakir ama gururlu kadın
içindeki silik bir vicdan azabı
ince bir sızı olarak kalmıştır sadece.
hatırladığında rakıyı tokuşturup da bir içki masasında "içelim" diyip geçeceği bir anıdır sadece.
kadeh tokuşturma bahanesidir.
neyse..

türkan gerçekleri söylemek ister.
türlü oyunlarla kendine iyice bağlar.
bizim ediz de maymun olmuştur iyice o sırada.
köpek gibi salyalarını akıta akıta koşmaktadır peşinden.
işte "mükemmelliği" aradığı "kusursuzluğu" kendisine "yakışanı" bulmuştur.
budur!
olmuştur!

herneyse..
türkan bombayı patlatır.
ediz utancından yerin dibine girmiş orda kazı çalışması yapıyordur.
neredeyse birazdan petrolü bulup araplara rakip oalacktır.
kendisine bir kırallık kurabilecektir.
bu göt oluş, bu hayatın sillesi yetmiştir ve artmıştır kendisine.

bu farkındalık da süper ve ötesi işlenir klişe filmimizde.

sonunda, ders vermeyi başarmış türkan süzüm süzüm süzülürken ediz de aile babası olacak, pembe çatılı evlerinin akan çatısını tamir edecek veya doğacak çocukların altını temizlecek gücü toparlamıştır.

film bu 2 aşığın yanaklarını ekrana bakarak değdirmesiyle sona erer..



(iddialı laflar her zaman basittir)

bu bir klişedir.
ama ne yazıkki severim ben bu klişeyi.
güzeldir umut vericidir.
kirlenmemiştir.


e tabiki herkes mükemmeldir.
kimileri ise çok daha mükemmeldir.
"söz" sahibidir.
"hak" sahibidir.

işte bu yüzden haklıdır.

ben neyse bu filmi izlemiyim.

şu sonu ne şekilde biteceği belli olmayan
katil çırak mı aşçı mı yoksa baştan beri melek gibi görünen üvey anne mi görelim.

biraz da avrupanın klişelerini benimseyelim.
özümüz zaten önemsiz ya, başkalarının klişeleri bile bizim için modernizm..
yoksa post modernizm mi?
e bilemedim ben şimdi.

hani bir gerçek vardır da insan farketmez.
hep en beğenmediğimize benzeriz.

çünkü en beğenmediğimizi beğendiklerimizden çok gözlemleriz
istemeden benzeriz.
bu benim kendi çapımdaki tespitim.
tamamen yanlış da olabilir.
sorun değil yani yıkılmam yanlışsa.
hayatı kendime zindan etmem.
aç susuz kalmam bu yüzden...

ben şimdi film izlesem mi izlemesem mi bilemedim.

izlesem ve beğensem "alın siz de izleyin" demeye çekiniriim.

hele ki bööle mükemmel insanlar etrafımdayken.
interneti araştırma yapmak için kullanmam.
özgün olanla olmayanı ayırt edemiyorum ki.
evet evet
bende bir sorun var.

milletin twitter da bin tane tweet'i varken ben daha varlığından bi haber ismini söylemiyordum.
hele ki benim gibi kendini bilmez küçük insan.
nasıl sevebilirim o müzikleri

e o kadar şeyden sonra izleyemem ki o filmleri de..
neyse
gizli gizli izlerim ben de

koyarım kendimi türkanın yerine
aynanın karşısına geçer
süzerim gözlerimi..

e zaten biraz da köylüyüm ya..

ankara kırosu

ohh be mutluluk bu.

13 Haziran 2010 Pazar

hazırlandım sokağa çıktım, birden vazgeçtim..
geri döndüm..

hayatım bu sokak kaldırımlarında geçiyor.

11 Haziran 2010 Cuma

emprovizasyon..




içimde bir şiir defteri, bir de oradan oraya savrulan notalar. bir de fırça darbesi duruyor. yeri geldiğinde birşeyin üstünü en siyah boyayla kapatmak için veya en beyazla..

bazen bir şarkı söylüyor içimde bir yerde birisi. diğeri durmadan notalarını yazmaya çalışıyor. piyano önce sakindi. şimdi en acı melodisinde. keman da geldi. ağlıyor. üflemeliler bir kulağımdan diğerine üflüyor sanki. ruhumdan çıkıyor tüm bu sesler. gitarının telleri gibi vuruyorsun sanki tüm kuvvetinle..
ben içimden bir şarkı besteliyorum.

öyle anlamsız
öyle anlamlı...

beceremesem de "benim" diyorum.
bana ait.

"ben"cilliğimin zarı yırtılmış.
bozulmuş çoktan
ne bakir ne bakire

sanki cinsiyetsiz
şekilsiz.



öyle çok dinlemişim ki bazen seni

rüyamda görüp "ben" sanmışım sana aitleri

ne garip.

ruhumun üzerindeki örtü kalkmış.
çıplakmış

beyaz gibi görünürmüş ama siyahmış.
katil dediğin çocukmuş.

oysa o hep yanılmış.
eli kanlı,bıçaklı sanmış.

masalmış.
yalanmış..



aşkta anlamarayış
sonu görünmeyen bir otobanda yürümek gibi.
açlara sarhoşlara otostopçekip arabalarına binmek.
yalnızlık mı iyi yoksa sevmeden sevişmek mi?

biz hiç sevmeden seviştik mi?

tutkuya sağdıçlık mı yapıyorduk sadece.

sen otobanda sersefil mi geziyordun bana söyle..

yanımdan geçip 10 adam boyu, durdun.
müziğin sesi sonuna kadar açıktı.
en sevdiğim şarkıydı o
duyduğum en iyi şarkı.

neyin sarhoşluğuydu?
ben topukları kırılmış ayakkabımla.

ölümümü betimliyorduk aşkı mı?

sebeplerimiz hep anlamsızmıydı?

ben anlamarayışında kaybolmuşum.

bulunca yorulmuşum.

dinlenmek için sayısız ten kokan koynuna sokulmuşum.

sonra elleirmle yıkadım.

seni yıkarmış gibi görünürken ben de yıkandım.

şimdi en iyi şarkıyı duyuyorum.
yapmadığın
henüz bilmediğin.

ben duyuyorum ama.

avuçlarında ateş çünkü biliyorum.
donacaksın yoksa yanmadan.

dayanamayacaksın.

ve benim sadece içimde bir şiir defteri.
bir yırtık günlük.
bir de oradan oraya savrulan notalar...

bir de fırça darbesi duruyor. yeri geldiğinde birşeyin üstünü en siyah boyayla kapatmak için veya en beyazla..

ama içimdeki şarkı siyahla boyanmaz di mi??

7 Haziran 2010 Pazartesi



içimden mızraklar geçiyor.
susturduğum, yatıştırdığım, unutmaya çalıştığım herşey su yüzüne çıktı aniden.
başka başka bahanelerle mutsuzluğuma kılıflar uydurmaya çalışırken, aslında içinde kaybolduklarım bambaşka.

içimde bir mızrak var, sağo sola çevrilip kanatıyor daha beter.

tarifsiz..

geçmiş geleeğin aynasımıdır?

yapılanlar yapılacak olanların teminatımıdır?

değişir mi insanlar?




nereye dönsem leş gibi kokuyor sanki.
her taraf pislikmiş gibi.

aklımı mı oynatıyorum?

kendimi mi buluyorum?
bu o kadar kötü bişey olmasa gerek diyorum bazen.

hiç tanımadığım birisiyle konuşabilirim belki.

"hadi al şu acıyı yerine iyisini ve güzelini koy" derim.

burası da benim ağlama duvarım napayım..

içimdeki taşları fırlatıyorum buraya..

hafifliyorum biraz.

o kadar ağırım ki!!

kendime

bu yazıyı sana bizim oralardan yazıyorum, böyle şiddetli yağıp da ıslatmasaydı son sigaramı da yağmur içecektim bir tane daha..
kader diyelim..
uykumun en derin saatidir bu saatler bilirsin..
niye mi şimdi ayaktayım?
işte ben de sana onu sormaya geldim..
biliyorsan bana da söylermisin?

balkondan ayrılmayan kuşum da yok şimdi.
çatıya saklanmış kuş bakışı izliyor şimdi geceyi.
ben sadece beş kat yukarısındayken hayatın.

birazdan şarjı bitip de kapanacak olmasaydı bilgisayarım
sana neler yazardım biliyosun..

kader diyelim.

senin de uykunun en derin saatidir şimdi
biliyorum.

şu saçlarım öyle pis öyle yağlı olmasaydı
gelirdim başımı okşaman için..

severmiydin ki?

sevmezmiydin?

neyse boşver
canın sağolsun..

ısıtmışsındır yatağı şimdi.

ben de üşüdüm biraz.

tamam çok bekletmiycem
yanına geliyorum.

benim en iyi oyun arkadaşım..

kendim..

iyi uykular bize..

6 Haziran 2010 Pazar

ölüm bütün sınıfları kaldırır


öyle iyi sakladım ki kendimi
siz bile gördüğünüzü ben sandınız.
oysa yoktu hiç bir adımım ıslak betona
ve kalmamıştı hiç bir ayak izim yollarda.

siz sandınız ki tıkırındaydı herşey
iyiydi yolundaydı

soru işaretleri bırakıp gitmek istiyorum
bencilce..

anlatmak istemiyorum neler olup bittiğini.
içimdeki değersizlik öyle büyüdü öyle büyüdü ki
kendime ait hiç birşey göremez oldum.

bana yüklediğiniz değersizlikler içinde kayboldum.
en dipteyim sanki.
daha derini yok.

yanlış seçimlerim oldu.

sözlerimi de geri alamam ki
ama rica etsem verirsiniz belki geri.

sevgilerimi de verin

kanalizasyona karışmış duygularımı da..

çekip gideyim istiyorum.
sözlerden uzak kalayım.

sen kendi açından hep haklısın
ben ise haksız.
tamam bırakın bari hep haksız kalayım.

çözülsün şu zincirler ayaklarımdan.
koşayım ben de biraz.

acı çekmekten korkmuyorum asla.

böyle donuklaşmış bir ruha iyi gelir acı
kendine getirir.

sorularım
sorularım
sorularım

nolur birisine de cevap verin..

istediklerim değil
duymak istemediklerim değil

korktuklarımı söyleyin bana.

acıya boğun beni
ben öldüremiyorum işte

korkağım
siz öldürün beni...

"rüzgar"ım




sonbahar havası var bugün havada...
kasvetli, yağmurlu.
bulutlar gri..
en sevidiğim mevsimdir benim herkesin aksine.

böyle şakır şakır yağmur yağarken, az çok üşümek,
ama hoşuna giden bir serinlik olur ya.
boğucu yaz günlerinden sonra herkesi ferahlatan hafif rüzgarlar ve serinlik..

öyle bir hava var..
yapraklar dökülür
sarı turuncu kahverengi yerlerde
bir rüzgar çıkar ayaklarının ucunda toplaşırlar.

sigara içmek çok keyiflidir camdan bakarken..

donuna kadar ıslanmak istersin yaaa

bugün öyle bir hava var işte.

garip, huzursuz, doğal..

bu rüzgarları seviyorum ben..

"rüzgar"ım ..
herşeyim...

5 Haziran 2010 Cumartesi

delirmece


yazamazmıydım, yazmazmıydım.
"off aslında acayip yazardım da yazmazdım" şımarıklığında olamazdım ama.

sebeplerim sonuçlarım,
artılarım eksilerim
çarpılarım bölmelerim
sevmelerim nefretlerim

ve gecenin karanlığı gündüzün aydınlığı sipastik hallerim
bildiklerim bilmediklerim
unuttuklarım hatırladıklarım

gittiklerim ve geldiklerim.

hepsi düşman olmuş gibi bana.

iyisi kötüsü birleşmiş yingyang olmuş üstüme üstüme geliyo sanki.

hani varken bööle ultra bahtsızlıklarım
atsam kendimi boğaz köprüsünden, şehir efsanesi süpermen belirir tutuverir belimden kurtarır beni.
"hey nereye beybi" der.

bir de ekler kanımca "haziranda ölmek zor" diye.

yakasındaki kırmızı karanfili de verir elime.
bırakır ortaköy camisine terkedilmiş çocuk gibi gider.

işte ben o zaman kesin çok küfrederim.

"yazamayış" günlerimde biriktirdiğim ne varsa kedi köpek kuş misal anlatır dururum.

aa kıza bak delirmiş derler belkimm sonra..
neysee..

tam da açılıyorum artık, buldum derken kendimi kapanmak tekrar.
gösterip de vermemek gibi kendi kendine

zaten yazmam ki ben iyiysem.
ne yazcam gider eğlenirim gülerim.

boşluğa düşmek yerine bir tavşanı takip edip harikalar diyarına düşseydim.
alice'e komplo kursaydım, sonsuza dek toprak solucanı olsaydı..

ben başarılı olsaydım mesela.
toplum içinde bağıra bağıra telefonda konuşan insanların cahil cesaretlerine sahip olsaydım.

şile de yüksek bir kayaya çıkıp sırt üstü suya atlasaydım. sırtım cayır cayır yansaydı da hiç bişi olmamış gibi davransaydım.
"acımadı ki oğlum" deseydim.

bir espiri öğrenseydim, önüme gelen herkese yapsaydım, gülmezlerse onları salak ilan etseydim mesela.

yada ajdar'ın çikita muz adlı şarkısını ben besteleseydim, muzu ellerimle yedirseydim.

insanların acınası hallerinden kendime alay konusu çıkartsaydım da, övünseydim kendi süper karakterimle.
hani hiç yapmam ya
şimdi de yapmadığım gibi mesela.

(yapmadım canımın içi, sen yanlış anladın, hani biraz salaksın ya)

götü kalkık burnu dik, tırnakları ojeli, kirpiği rimelli gezebilseydim hep.

akmasaydı bir kere de şu makyajım
çıkmasaydı sivilcelerim bok varmış gibi.

sabah iyi ki bir yürüyüş yaptım diye, patates kızartması yeme hakkını bulmasaydım kendimde.

otobüs şöförleri gibi şeritin ortasından gitseydim her daim.

taksi şöförleri gibi dursaydım olmadık yerde.

minübüs şöförleri gibi ağır sigaralar içip cengiz baba dinleseydim, "parasını vermeyeen" diye bağırsaydım arada.

böyle olsaydım.
hayat ne güzel olurdu.
benim gibi silik anılar biriktiren bir faydasız olmazdım..


dün ki götü boklular bugün tabakane işletir oldu.

ben...

hiç...


sıfır
sıfır..

offffffffffffffffffffffff
çöpe attım.
uzun süre saklamıştım...
ne zamandır hatırlamıyorum.

ben kızdıklarım gibi olamam dedim.
sinirlendim.

çöpe attım..

26 Mayıs 2010 Çarşamba

özledim


anlatacak çok şeye sahibim aslında ama içimden çıkamadılar nedense.
biriktirip durdum.
ne okudum ne yazdım bi süredir.

"gurursuz kadınlardan nefret ediyorum"
defalarca içimden tekrarladım bu lafı.
belki biraz gördüğüm rüya, belki yaşananlar bilmiyorum.
otobüste giderken aklımdan çıkmadı, yolda yürürken, arkadaşlarla sohbet ederken bile içimden tekrarlayıp durdum.

ben zamanında kendimi en gurursuz kadın ilan etmiştim. en çaresiz ve en ne yapacapı belli olmayan. ama kendime bence biraz fazla yüklenmişim anladım. benim yaptıklarımı solda sıfır bırakacak ne davranışlar varmış.

ulan ben melekmişim meğersem diyorum.

anlamıyorum. ihtirasları uğruna gözleri kör olan kadınlar. ne kadar küçük duruma düşüyorsunuz.
kendinizi nasıl da belli ediyorsunuz.

oysa yaşanacak çok güzel şeyler var hayatta dönüp de baksanız.
kendi hatalarınızın, umutsuzluklarınızın acısını başkalarının hayatlarını çalmaya çalışarak yaşayamazsınız. bu bencillik olur.
ve bunu başaramazsınız.

benzeyemezsiniz.
ben de benzeyemem.
hiç istemiyorum benzemek.

o kadınların varlığı, tertemiz bir kadın vücudunda alınmayı unutmuş tek bir kıl kadar anlamsız. cımbızla çekip alınması kolay.
orda hala var olmaya çalışmanın faydasızlığı içinde çamura batıp duruyorsun.

içimden "an"lar geçiyor yakarak.

yankıları bir susturabilsem.
bir gün çıldıracağımdan korkmasam bir an.

kendime birbirinden bağımsız "an"larla bir zaman dilimi yaratmaya çalışıyorum.
duygularımın sürekliliği yok
korkularımın da
öfkemin de..

sanki hayatta her konuda istikrarsızım.

ben de faydasızım sanki onlar gibi bazen.
en olmak istemediğim gibiyim şimdi mesela.

acındırabilrim kendimi

acıtabilirim de seni aynı zamanda...

ellerimi uzattıkça yanıyorum..
donmak gibi bir kavrulmak.

soğuk yanması gibi içim.

önce kavrulmak sonra donmak istiyorum..

küllerimi ayaklarının altına sermek ve
basman için üzerime..
ayaklarının altından kayıp gitmek için
aşkla..
sevgiyle..
nefretle..

özledim..
hem de çok..

itiraf etmesi kolay ama duyulduğu gibi kolay değil.

çok zor bir özlem bu.
kalbim de dursun istiyorum işte.

anlamsız bir serzeniş halbuki, saman alevi.
sönecek birazdan.

balkona konup sadece karnını doyuran bir güvercin gibi

özgürlüğümü de ver bana ama doyur da beni.
tıka basa
içim dışım sen olsun...

kendinle doldur beni..

28 Nisan 2010 Çarşamba

misafiriyken sahibi olmak ne güzel.....

11 Nisan 2010 Pazar

öküzsem söyle
doğal soğuma süreci dünyanın.

kararında soğumalı
üzerinde yaşanabilecek kadar
çok soğursa
hayat durur

halbuki nasıl da ihtişamlı bir patlayıştı.

bir arkadaş olsa şöyle derdi

"dürzü"

ulan insan değilim.

10 Nisan 2010 Cumartesi

sen ve ben
farklı külahlarda
aynı dondurmayı yaladık.

ama geçmedi içimdeki
dünyanın merkezine parmak atma hayalim.

ama
hadi neysee :)))

25 Mart 2010 Perşembe

kibir

toprak ayaklarımın altından kayıyordu, ilk kez yükseldiğimi hissediyordum ve sular akıyordu altımda ben duruyorken, işte huzur buydu.

yer altında gezinmek, küçük bir delikten girmek başka bir dünyaya
kaybolmak..

sözünde özünde kaybolmak.

bilinçaltında
yeraltında.

toprak sallanıyordu,
yukardaki tüm binalar yıkılıyor
nehirler taşıyor
ölüyordu bir bir insanlar.

ben yeraltında güvendiydim.
özündeyken.

altındayken

özgürlük ..
arınmak kirlerden.
kibir...
küçümsemek başkasının aklını.
tıpkı filmdeki gibi.

öyle kibirlisiniz ki
bilemezsiniz.

ve bilmeyi
asla istemezsiniz..

20 Mart 2010 Cumartesi

en nefret ettiğim kadın

ömrümden nehirler geçiyor.
öyle ıslak öyle dalgalı...

derin..

"sen" , en nefret ettğim kişi,
nefret etmeyebilirim belki senden.
neden başkalarına seslenir gibi sana sesleniyorum?
neden tanımadığım sen, gözlerini diktin gözlerime
neden ayırmıyorsun bir an olsun?

gücünü mü ispatlıyorsun böylece,
lanet mi bu?
öfkeni kemiklerimde hissediyorum.
titriyorum.

bilmediğim bir suratı tanıyorum artık.
görüyorum.

ömrümden hikayeler geçiyor.
öyle ateşli öyle sadakatsiz..

yalan..

anlatıldığı kadarmısın yoksa var mı kattığın
başka şeyler de kendine?

film şeriti gibi geçmeye hazırmısın ben ölürken
hikayen anlatıldıkça mı büyüyorsun sen?

"sen" en nefret ettiğim kadın.
yazılar yazabilirim sana..

tutup elinden gidebiliriz belki seninle.
yarım kalmış hayalini gerçekleştirebiliriz.

ben şarkılar yazabilirim sana..
her dinleyen bilebilir "sen" olduğunu.

kötülere bişey olmaz kadın.
bunu unutma.

ben ölebilirim sen var oldukça.

sen, ben ve o...

çekip gitmek isteyen sen
kalmak için yalvaran ben.
anlamayan o.

"sen" en nefret ettiğim kadın.
sevebilirim seni.

barışabiliriz.

eğer sevebilirsem seni
aydınlığa kavuşurum.
bencilliğim
savrulmuşluğum
kıskançlığım
arzularım
ehlileşebilir.


ben kendimde kaç taneyim?
sen bende kaç parça?

nefret ettiğim kadın
sen-ben olabiliriz.

korkma.

19 Mart 2010 Cuma

geride kalandan


"güzel bir gün ölmek için"

ölmek için güzel bir gün olur mu?
neden olmasın?
en güzel günüm olabilir bugün.

çok karanlık, çok karmaşık duygularla baş etmeye çalışıyorum.
anlatmaya gücüm yok ama anlatmak da istiyorum. ben yaşadıklarımdan ders çıkarmışımdır herzaman. ama ders sandıklarım aslında birikip duran korkularımmış. belki de bu yüzden sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlanıyorum.

terkedildik..

ne kolay söylemesi.
çıkıp gelir ama ne farkeder.
unutamıyoruz ki.

hayatta en değer vermen gereken kişilerce terkedilmek, defalarca, sayısız korku biriktirmek.
güvensizlik.

suçlamalar.
ben kendi tarafımdan haklıyım
o kendi tarafından haklı. başkaları da kendi taraflarından haklı. demekki haklı olmak çok kişisel bişey, gerçekten "hak" diye bişey yok. kimse haksızlıklarını kabul etmedikten sonra..

kafama yastığı kapatıp uyumaya çalıştığım günlerimi hatırlarım ben. içimden şarkı söylediğimi.
katil kim kurban kim oyunu gibi geçen gençlik.
hastalıklı, şifasız, korkak, pis kokan günler sanki.

mutluluklar acı süs biberleri gibi.
sevsen de yiyemezsin yanarsın.

sevgiyle kucaklaşanlara karşı kıskançlık. öldüren, insanın içini kemiren bir kıskançlık.
özgürlüğe özlem..

bir gün özgür olacağını düşlemek. istediğim yerde istediğim zamanda veya kişiyle..

yaşlı yürümesi bu. hadi 10 adım kaldı koş desen ne fayda? dizlerim tutumuyor, tabanlarım ağrıyor.
koşamam ki..

kendini öldürmekle tehtid edildim davranışlarımın karşısında.
yada davranışlarımızın.
eğer böyle böyle olmazsak o bir gün çıldıracaktı ve kendisini öldürecekti.
ve/veya bizi.

eğer şöyle davranmazsak hayatı bize zindan edecekti.
suçluyduk, haksızdık, cahildik.
bilemezdik ki..
ne acı
ne acı
......

haftasonu sohbetle geçen kahvaltılarımız yoktu.
severdim ben misafirleri hep bu yüzden, gelsinler isterdim.
onlar varken en "cici" maskeler takınılırdı.
"aile gibi" olabilirdik işte.

birbirine sadece "tahammül edebilmek üzere" programlanmış canlılardık.

sevmek zorunluluğu da vardı. kan bağı meselesi.
ben hiç inanmadım oysa gerçek sevgiye.

şimdi sorsanız hala inanmakta zorlanırım.

herkes suçu başkasına attı, arada kaynandı.

ben ifade edemedim ki hiç
belki de korkumdan.
ama yaşadıklarımdan ders çıkartıp yol aldım hep.
"iyi insan ol, gerisini boşver" dedim
kim ne derse desin.

salak desinler
yada herneyse.

insan kendisini bile anlamazken başkasını anlayamamasına şaşırmam ben.

ben anlamam kendimi mesela. tanıdığımı zannederim kendimi.
ama içinde eli bıçaklı bir katille göz göze gelirim bazen
korkarım.
veya iyilik meleği gibi görünen sahtekarı da görürüm.
tiksinirim kendimden..

özümde var olan herşey, iyi kötü herşey.
yetmiyor şimdi bana.

şimdi kötü olamayacak kadar iyi
ve
iyi olamayacak kadar da kötüyüm.

otursam caddebostan sahilde. yanımda köpekler koşarken, sersem yere kilimimi ve anlatsam...

yada ada vapuruna binsem yine güneşli bir günde, uzansam koltuklara uyusam..

hani çok konuştuğum, kendimi kaybedercesine konuştuğum sohbetlerde bulsam kendimi, farkettirsem, zeki olsa karşımdaki de cümlemdeki 1 kelimeden bulsa beni.

zımbızla çekip alsa içimden beni...

sağ beyinden sağ beyine giden yolu kursak
beden dili konuşsa
biz sussak..

odamda uçup duran karasinekten ne farkım var ki yaşayan iki canlı olarak.
daha fazla sinir hücrem var diye veya ondan daha büyüğüm diye, daha mı çok hakettim şimdi yaşamayı?

ben yaşamak istemiyordum belki peki..
hiç sordunuz mu?

ben en hızlı spermdim, en olgunlaşmış yumurtaydım.
istemiştim demekki.
tutunmuştum..

ama vazgeçmek için geç mi kalmıştım
yoksa siz vazgeçirmek için çok mu ustaydınız.

ilk tokatımı hatırlarım ben.
sorsanız anlatırım herşeyi.

ama ben mutluluklarımı unutuyorum.

mutsuzluktan çıkar sağlayan, yada mutsuz görünmekten çıkar sağlayan tiplerdenmiyim diye düşündüm çok. bu soruyu gerçekten sordum kendime, şu ikincil kazanç dedikleri şey. ama olmadığımı anladım. çünkü benim mutsuzluğum kazanç sağlanamayacak kadar sinir bozucu ve sıkıcıydı.

kimse olmak istemezdi ki ben mutsuzken yanımda, olsa da sıkılırdı.
ben mutsuzken saplanıp kalırım çünkü. bokunu çıkartırım. içine ederim. yüzüme sıvarım.

bu yüzden mutlu rolü yapmak daha kolay gelmişti hep. çok sevdiğim dişlerimi göstermeyi severdim.

dramatize etmemeye çalışırdım sürekli. ama başaramazdım.
o zaman zaten daha salak daha komik olurdum.
gülerlerdi.

kazancım buydu işte..

şimdi, odalar boşalmış.
sesler kesilmiş.

ben odamdayım. tortusu çökmüş bir çayın dibini çalkalayıp da içiyorum.

uzun yazı yazmazdım, stratejik bişidi belki de. okunsun, gözü korkmasın kimsenin diye.
ama şimdi kısa kesmek istemiyorum.

çünkü terkedildik.

hani insanın gözü sulanır sulanır da ağlayamaz ya, böyle göz kenarlarında birikir damlamsı bişiler.
bi de insanın boğazına bir ağrı girer kasınca kendini.

hah işte
şimdi tam öyleyim..

bir insana ağlamak bu kadar yakışabilir inanın.

salya sümük.
rahatlayana kadar..


hoşçakalın..